Quantcast
Channel: Sineofrenik
Viewing all 126 articles
Browse latest View live

Nymphomaniac

$
0
0
Uyarayım: Aşağıdaki yazı filme dair spoilerlar içermektedir.

Bu senenin en iyi filmi neydi, The Wolf of Wall Street’e çok mu yazık oldu gibi sorular hala tartışmaya açık, ama su götürmeyen bir gerçek var ki bu yılın en tartışma yaratan filmi Nymphomaniac oldu. Biz ülkemizde saçma bir sansür durumuyla (ki yazının ileriki kısımlarında değineceğim) karşılaşıp daha kişisel bir deneyim edindik bu tartışmalarla ilgili, ama Lars von Trier’in “porno” çekeceği haberi duyulduğunda zaten tüm sinemaseverlerin ilgisini çekmeyi başarmıştı. Porno kelimesini tırnak içine almamın şöyle bir sebebi var ki, filmin hiçbir şekilde aşırı seks kullanımına sahip olduğunu düşünmüyorum. Rahatsız edici filmlerden yeteri kadar nasibini almış biri olarak, çok daha sert sahnelere sahip filmler izlemiştim. Örneğin 2010 yapımı A Serbian Film’in yanında hala hafif kalabiliyor Nymphomaniac. Zaten Lars von Trier’in istediği de size seks izletmek değil, seksi anlatmak.

Yönetmenin Depresyon Üçlemesi’ninson ayağı olan Nymphomaniac (ilki 2009 yapımı Antichrist, ikincisi 2011 yapımı Melancholia) hikaye olarak tahmin edeceğiniz üzere diğer filmlerle bir bağlantı taşımasa da, tematik benzerliklere sahip. Antichrist’da çocuklarının ölümünün ardından gelen depresyonla birlikte baş etmeye çalışan bir çiftin sonu soykırımla ve kadın erkek statü farklarıyla ilgili büyük hikayelere bağlanan yolculuklarını izlemiştik. Melancholia’da ise Trier’in kendi deyimiyle “felaketle karşılaştığında sakin tepki veren” insanları izlemiştik. Kendisi yaşadığı depresyon döneminde insan psikolojisindeki bu eğilimin farkına vardığını söylüyor.

Nymphomaniac’ta ise felakete karşı kaosla tepki veren bir kadın karakterimiz var. Bir kadın olarak büyüsünün farkına varmış ve bunu insanları manipüle etmek için kullanmış biri olarak tanımlıyor kendini. Stellan Skarsgard tarafından canlandırılan Seligman, Joe’yu evinin arkasında pis bir sokakta, dayak yemiş bir halde bulduğunda başlıyor filmimiz. Joe’yu evine alan Seligman, onun hikayesini dinlemeye başlıyor. Joe, hikayesinin sonunda ona “kötü bir insan” olduğunu kanıtlayacağını iddia ediyor, Seligman ise iyi ve kötü bir insan ayrımının mümkün olamayacağını savunuyor.

Joe ile - çoğu başkarakterin aksine - yaptıklarıyla övündüğü noktada değil, kendisinin ne kadar da aşağılık bir insan evladı olduğunu düşünmeye başladığı gecede tanıyoruz. Bu yüzden en başından kendisinden her şeyi bekleyeceğimiz bir karakter haline bürünebiliyor. Bu tekinsizlik filmin içerdiği en güçlü hissiyat olabilir çünkü bir sonraki sahnede ne ile karşılaşacağınızı bu sefer gerçekten bilemiyorsunuz. İpin ucu gittikçe kopmaya başlarken, artık daha fazlası olamaz diye düşünürken final sahnesinde bile şaşırtmayı becerebilen kıvraklıkta bir senaryo var karşımızda. 

Toplam 8 bölümden oluşan filmin iki kısma bölünmesinin tek sebebinin filmin uzunluğu olduğunu düşünüyorum çünkü emin olun ikisini üstüste izleyince zevki çıkıyor. Birinci kısım’da bir yandan Charlotte Gainsbourg anlatırken, diğer yandan onun gençliğini ve seks bağımlığının köklerini keşfetmeye başlıyoruz. Neredeyse ilk oyunculuk denemesi olan Stacy Martin’in harikalar yarattığını söylemek şart. Ama ben yine de Gainsbourg’un flashbackleri de devraldığı 2. Kısımı çok daha beğendim. Birinci kısım daha çok ikinci kısmın sertliğine bir hazırlık gibi olmuş, zaten görsel olarak da bütün geri ödemelerimizi ikinci kısımda aldığımız için daha etkili olduğunu düşünüyorum. Ama dediğim gibi filmi iki kısma bölüp değerlendirmek bu sefer mantıklı değil. İkiye bölünmesi düşünülen bir hikayeden çok, oturulup beş saat izlenmesi gereken devamlı bir yapıya sahip.

Ben bu adamın filmlerini anlamıyorum tayfası da bu sefer rahat olsun, Trier’in en Hollywood-vari işi bu. Zaten “artık eğleneceğim” diye bir açıklama yapmıştı, gerçekten de öyle olmuş. Antichrist ve Melancholia’nın ağır sinema dilinin aksine, bu sefer kullandığı metaforları bile flashback sahnelerini durdurup açıklayan bir senaryoyla karşı karşıyayız. Bu sefer daha büyük bir kitleye hitap edeceğinin farkında yönetmen ama bunu kesinlikle kendi lehine çevirmiş. Yıllardır yaptığı işlerin görsel dil ve dramatik yapı kurulumu olarak avrupa sanat filmi sineması tadından fazla uzağız bu sefer. İnanılmaz uzunluğuna rağmen bir an bile sıkmayan ve durmak bilmeyen bir film. Tabii ki Trier’in bu dili kullanmasının kanımca kendi sebepleri var.

Büyük prodüksiyonlu bir Hollywood filminin ana temasının seks olduğunu düşünün. Bu eğlence sektörünün sunabileceği kadar tempolu bir yapımdan bahsediyorum. Bu temponun sağlayıcısı bir aksiyon filminde arabalar ve silahlarsa, Trier’in bu “ticari film” denemesinde penisler ve vajinalar. Uzun bir sekans boyunca gözünüzün önüne her saniye farklı bir penisin geldiği sahneyi !f’te sinema salonunda izleyenlerin tepkilerini merak ediyorum örneğin. Ama şunu söylemek de şart, hiçbir seks sahnesi abartı değil, hepsi hikayeye bir şey katmış. Evet, seks olduğu zaman açık açık izliyoruz ("nasıl yani abi, baya öylemiymiş?" diye soranlara) ama boşu boşuna izlemiyoruz. Tam da bu yüzden film bir “porno” olarak lanse edilmeyi kesinlikle hak etmiyor.


Ama kabul etmek şart, filmin reklamı böyle yapıldı. “Seks satar” kuralı her zaman geçerli. Yıllar önce Eyes Wide Shut’un yarattığı sansasyonu hala aynı içerikle dünyada yaratabilmek biraz üzücü, ama olsun. En azından reklamını ne kadar büyük yaptığını bildiği ve filmi bir gerizekalının bile anlayabileceği kadar açık yazdığı için Trier’e saygı duyabilmek şart. Kadın – erkek arasındaki cinsel eşitsizlik, burjuvazinin “iyi ve kötü” insan tanımlamaları yönetmenin yine tematik olarak en büyük dertleri. Özellikle filmin 7. Bölümü olan The Mirror’da birden aynayı seyirciye ve pis düşüncelerine çeviren Trier’in korkutucu bir üstünlüğü var. Shia LaBeouf ondan korktuğunu ve bu yüzden daha da sıkı çalıştığını söylemiş bir keresinde. Filmin her karesinde o “hakimiyet”i hissediyorsunuz ve kendinizi bu kadar kaptırdığınız için Trier’in atmak istediği tokadı her seferinde yiyorsunuz

Filmin attığı tokatları pek beğenmediğini düşünüyorum yüce sansür kurulumuzun. Yaş sınırı diye bir şeyin artık aktif olarak sinemalarda uygulanmaya başladığı bir dönemde dertlerini pek anlayamamış olsamda, olayın bir filmi sansürlemekten çok daha büyük olduğunu düşünüyorum. Filmin dünyada yarattığı sansasyon ortada, filmi bekleyen kitle ortada ve bu film sansürlendiğinde kimlerin sinirleneceği de apaçık ortada. Bu bir filmi sansürlemekten çok, yaşam tarzına müdahale girişimi gibi geliyor bana. Büyük oyun, büyük! Bir sinema öğrencisi olarak, yaşayan en önemli yönetmenlerden biri sayılan Lars von Trier bir film çekiyor da ben bunu sinema salonuna gidip izleyemiyorsam, bu ülkede sinema yapmaya çalışmanın da beyhude bir girişim olacağını üzülerek anlamış bulunuyorum. Sonuç olarak sinemaya gitmek yapılan bir seçimdir. Ben küçükken bu yaş sınırı olayları çok iyi işlemiyordu bu ülkede, gayet her filme girebiliyorduk yani (Francois Ozon'un Havuz'unu 13 yaşında sinemada izlediğimi hatırlıyorum, üstelik vizyona da girmişti). Ama artık zaten bütün sinemalar özelleşti, havaalanına girer gibi sinemaya girmek zorunda kalıyoruz üç-beş sinema haricinde resmen, yaş sınırıysa onu da bal gibi uyguluyorsunuz, o zaman problem nedir anlamadım? Problem filmin seks sahneleriyse, sansürleyip sokarsın. Antichrist'ın en önemli sahnelerinden birini (açılıştaki siyah-beyaz sahneden söz ediyorum) pelikülden kesip atmayı bilmiştin? Ama bu artık sansür değil, yasak. Elitist Y kuşağı diye etiketlendiğimiz şu saçma günlerde, bize Lars von Trier'in son filmi, yassah.

Son olarak söylenecek en doğru şey “beklentilerinizi yüksek tutun” olacak sanırım. Film hakkında düşündüğünüz her şey daha iyisi olarak karşınıza çıkacak. Bu sadece görsel bir yolculuk değil, tüm duyularınızı harekete geçirecek bir deneyim. Lars von Trier’in en iyi işi falan demek çok iddialı tabii ki, ama uzun zamandır yapılan en karanlık ve ince işlerden biri. İstanbul Film Festivali’nde inadına bol bol seans koyacaklarını düşündüğüm filmi beyazperdede izleme şansını kaçırmayın derim.

33. İstanbul Film Festivali: The Zero Theorem

$
0
0
Her 10 senelik periyoda birer tane başyapıt (Monty Python and the Holy Grail - 1975, Brazil - 1985, 12 Monkeys - 1995) hediye eden Terry Gilliam'a, ne yazık ki 2000'ler pek yaramadı. 2005'teki The Brothers Grimm ile beraber yönetmenin çılgın kariyerinin yokuş aşağı gitmeye başladığını söylersem kimse karşı çıkmaz herhalde. Heath Ledger'ın oynadığı son film olan The Imaginarium of Doctor Parnassus fena olmasa da son derece garip ve rahatsız edici Tideland'e diyecek bir şey bile bulamıyorum.


Bu sebeple, giderken de kafamda üç aşağı beş yukarı bir fikir olan The Zero Theorem'i pek heyecanla beklediğim söylenemez. Nitekim, tam da tahmin ettiğim gibi bir şey buldum karşımda: değerlendirilememiş iyi bir fikir. The Zero Theorem, yarattığı distopik gelecek tasviriyle yer yer Brazil'in dünyasına yaklaşmayı başarıyor ancak yönetmenin fikirleri çoğu noktada çiğ kaldığından bir adım öteye geçemiyor.

80'lerin retro teknolojisi ve stilinin her yerine sindiği, kapitalizmin adeta ete kemiğe büründüğünü gösterircesine her taraftan fışkıran reklamlarla dolu distopik bir gelecek tasviri var önümüzde. Cafcaflı, renkli, canlı ama bir o kadar da içi boş ve ruhsuz bir dünya. Hikayemizin kahramanı olan nevrotik bilim adamı Qohen, Mancom isimli bir teknoloji firmasında memur olarak çalışıyor. Her çalışan sanki bir konsol oyunu oynuyormuş gibi ellerindeki gamepad'e benzer araçlarla veri girişi yapıyorlar. Yıllar önce aldığı ama hattın kopması sebebiyle kimin aradığını bilmediği bir telefon aramasına bel bağlamış. Ona göre o gün kim aradıysa tekrar arayacak ve kendisine hayatın anlamını bahşedecek. Eski bir şapelden bozma evinde çalışmaya devam etmek ve telefonunu beklemek istiyor. Şirketi tarafından defalarca reddedildikten sonra Mancom'un gizemli patronu 'Yönetici', bir fırsat sunuyor kendisine. Qohen, anlaşmaya göre evde çalışabilir ama 'Yönetici'nin kafayı bozduğu 'Sıfır Teorisi'ni çözmesi gerekiyor. Bu teori denkleminde "0 = %100" olmalı. Eğer bu kanıtlanabilirse evrenin bir hiçten var olduğu ve sonunda bir kara delik olarak yine bir hiç haline geleceği kesinleşmiş olacak.

Yalan olmasın, Pat Rushin ilk senaryosunda çok güzel fikirler atıyor ortaya. Özellikle Qohen üzerinden bazı ufak şeyleri nedensiz yere takıntı halimize getirmemize, bu yüzden ilerleyemediğimize ve nasılsa günün birinde yok olup gideceğiz mantığıyla şu anı yaşayamadığımıza güzelce değiniyor. Ancak ikinci yarıda "nereye gidiyoruz?""varlığımızın amacı ne?" gibi klasik varoluşçu soruların altında kalmaya başlıyor. Sonunda bence en azından ana karakterimiz kendince cevabını buluyor bulmasına ama finale giden yolun taşlarını iyi döşeyemiyor. Bir süre sonra neredeyse sadece şapelin içinde geçmeye başlayan film, ortaya koyduğu fikirler de ilgi çekici olmayınca oldukça sıkıcı ve ağır bir hal alıyor.


Film için saçlarını kazıtan Christoph Waltz, elbetteki kafayı sıyırmış Qohen rolünde çok başarılı ancak karakteri için bir "oyalamaca" olarak gönderilen Bainsley rolünde Mélanie Thierry hafif Fransız havasının da etkisiyle hem çekici olmayı hem de Waltz'ın karakterine destek olmayı beceriyor. Onunla olan sahnelerde Christoph Waltz'un daha iyi olduğuna yemin edebilirim. Böylece Thierry de kendine has 'garip' bir cazibesi olan Gilliam kadınlarının (Kim Greist, Madeleine Stowe, Monica Belluci, Lily Cole) yanında kendine yer bulmayı başarıyor. Yan rollerde David Thewlis ve ilk kez Moonrise Kingdom'da izlediğim genç oyuncu Lucas Hedges oldukça başarılılar. Filmin zaten çok nadir olan mizahi anlarını Hedges başarıyla sırtlanıyor. İkinci yarıdaki sıkıcılığını alıp götürenler ise daha cameo rolleriyle deli psikiyatrist Tilda Swinton ve 'Yönetici' rolünde Matt Damon oluyor ('Yönetici'nin posterinin gözüktüğü ilk sahnede kendisini Philip Seymour Hoffman zannederek epey şaşırdığımı söylemem lazım. Film çıkışı anladım ki yalnız değilmişim bu konuda). İkisinin de varlıkları filme ayrı tat katmış.

Nihayetinde, ortaya attıkları tüm iyi fikirlere rağmen, bunları incelemekte ve bir bütün haline getirmekte başarılı olamıyorlar Pat Rushin ve Terry Gilliam. İyi bir Gilliam filmi izleme umutları yine başka bahara kalıyor. Gözlerimizi sonraki projesi The Man Who Killed Don Quixote'a çevirmekte yarar var.

Captain America: The Winter Soldier

$
0
0
Sıkı bir Marvel hayranı olan Arman Güvenç, bloga konuk oldu ve Marvel Sinema Evreni'nin gösterime giren son halkası Captain America: Winter Soldier üzerine şahane bir yazı yazdı. Okuyalım, es geçmeyelim. Uğraştı çocuk o kadar..

@ArmanGuvenc'in yazısı için buyrunuz:

Sıklıkla söylüyorum, Marvel’ın eşi benzeri görülmemiş bir şeyi denediği ve altından inanması güç bir başarıyla kalktığı ortak evren deneyinin gerçekleştiği bir dönemde yaşamaktan çok mutluyum. İlk evrede her açıklandığında filminin güzel olmayacağını tahmin ettiğimiz ‘az bilindik’ kahramanlar artık birer sinema devi oldular, milyon dolarları ceplerine dolduruyorlar. Bu hafta vizyona giren Captain America: The Winter Soldier’ın sadece iki haftada ilk filmin toplam uluslararası hasılatını toplaması bekleniyor örneğin, varın siz düşünün.

Bu kadar başarı bir tesadüf değil elbette. Marvel Sinema Evreni’nin her bir halkası hiç yoktan ortalamanın epey üzerinde filmlere sahip olmasa bugünlere gelemezdik. Bir Joss Whedon fanatiği olarak The Avengers’dan daha iyi tek Marvel filminin The Avengers: Age of Ultron olabileceğinden başka bir şey söylemem, ama siz Captain America: The Winter Soldier’ın onlara çok ama çok yaklaştığını bilin, yeter. Bir kere hiçbir Marvel filminin yapmadığını yapmaya cesaret ediyor ve gerçekten sağlam bir hikaye anlatıyor. Süper kahraman filmlerini sevmeyen veya artık bıkmış olan seyirciler kulaktan kulağa yayılan övgüler sonrası bırakın aksiyonu, sağlam bir politik gerilim izlemek için sinemanın yolunu tutacaktır, ben eminim. Yetmiyor, film Marvel Sinema Evreni’ni geri dönülmez bir şekilde kökünden sarsıyor ve paralelinde yayın yapan Agents of S.H.I.E.L.D. ve ardından gelecek tüm Marvel filmlerinin yönünü değiştiriyor. 

Bayrağı ilk filmde bize iyi bir savaş filmi izleten Joe Johnston’dan devralan Anthony ve Joe Russo komedi ağırlıklı filmografilerinden beklenmeyecek bir ustalıkla ilk gerçekten ‘yetişkin’ Marvel filminin hakkından geliyor. Bu filmde çocuklar heyecanlansın, çok beğensin ve çıkışta anne babalarına oyuncak diye tuttursun diye planlanmış hiçbir şey yok. Evet, bir Marvel filmi olmak bunları kendiliğinden getirecektir zaten ancak bunun için ek bir çaba olmaması fazlasıyla takdire şayan. Bu endişeler bir kenara bırakıldığında ise çocukların itiraf etmek gerekirse takip etmekte ve anlamakta zorlanacağı son derece karmaşık bir hikaye kalıyor elimize. Thor: The Dark World’ün kendini tekrar eden sürprizlerinin yerini her dönemecinde ayrı bir darbe vuran zekice kurgulanmış sürprizler alıyor. S.H.I.E.L.D. hakkında artık alışageldiğimiz ve bildiğimizi sandığımız her şey altüst olurken karakter konumlandırmaları da beklenmedik değişikliklere sahne oluyor.

Filmin konusunu sürprizleri açık etmeden anlatmaya çabalayacağım. Çünkü Marvel’ın aksine bazı şeylerin sinemada ilk kez deneyimlenmesi gerektiği fikrinin sağlam bir savunucusuyum. Iron Man 3’ün sonunda tüm zırhların gelip biz fanatik seyircilerin heyecandan oracıkta bayılmasına neden olacağı sahneyi fragmanlara koyup zevkimizi mahveden Marvel neyse ki Captain America: The Winter Soldier fragmanlarında daha merhametli davranmış. Kış Askeri’nin kimliği dışında kalan her şeyi büyük bir merak ve “şu sahne ne zaman gelecek acaba” beklentisi sizi aşağı çekmeksizin izleyebiliyorsunuz.


The Avengers sonrası modern dünyadaki varlığına anlam kazandıran ve daha dengeli bir hayat sürmeye başlayan Steve Rogers artık S.H.I.E.L.D. örgütündeki varlığını sorgulamaya başlıyor bu filmde. Temiz ve erdemli bir ordunun parçası olmayı her şeyden çok arzulayan ve Süper Asker Serumu sayesinde buna kavuşan Steve’in kitabında içinde griler barındıran bir orduda savaşmak yok. Emir, ast-üst ilişkisi demeden her şeyi sorguluyor, gerçekleri açığa çıkartıp bembeyaz kalabilmek için her şeyi yapıyor. S.H.I.E.L.D. içinde herkesin güvenilir olmayabileceği fikri zihnine yerleştiğinde olayların gerisi çorap söküğü gibi geliyor zaten. Kimin dost, kimin düşman olduğu bilinmeyen bir dünyada savaş nasıl kazanılır? Oyun kime karşı oynanır? Neler silah, neler tuzaktır? Film bu soruların cevabını Cap’e aratırken bizi de karanlıkta bırakarak en az onun kadar heyecanlı bir maceraya derinlemesine dalmamızı sağlıyor. Soluksuz bırakacak bir başarıyla çekilmiş ve sırtını bilgisayar efektlerine dayamayan aksiyon sahneleri de bu soru işaretlerine eklenince uzunluğunu kesinlikle hissettirmeyen ve hatta bittiğinde onunla biraz daha vakit geçirmek istenen bir film çıkıyor ortaya.

The Avengers ile sadece bir çift meme ve yuvarlak bir popo olmadığı ortaya çıkan ve Whedon’ın imzasıyla Marvel Sinema Evreni’nin en ilgi çekici karakterlerinden birine dönüşen Black Widow bu filmin tartışmasız yıldızı oluyor.  Kırılganlık ve sertliği bir arada vermeyi çok iyi başaran Scarlett Johansson çok sevmediğim bir oyuncu olmasına rağmen bu rolde ışıl ışıl parlamaya devam ediyor. 

Hatta filmin adı Captain America: The Winter Soldier yerine Captain America and Black Widow olsaymış daha isabetli olurmuş diyebiliriz. Zira filmin beni tek tatmin etmeyen yanı Kış Askeri’nin hikayesini hakkıyla anlatamaması, anlattığı kadarının finalini de final jeneriği sonrasına saklayıp gereğinden fazla ‘arkası yarın’a bağlaması oldu. 


Marvel bu sene seriden nispeten ayrıksı duracak ve nefes almamızı sağlayacak olan Guardians of the Galaxy ile de büyük bir başarı yakalarsa artık DC fanatikleri de bir zahmet şapkalarını çıkartsınlar ve Warner neyi başaramıyor bir düşünsünler. Disney’in kendisine ne kadar güvendiğinden şüphe duyanlar Captain America 3’ün Batman vs. Superman filmiyle aynı gün vizyona gireceğini not düşebilirler. Batman ve Superman karakterlerinin bilinirliği ilk hafta hasılatı olarak Cap’i geçse bile aradaki olası küçük gişe farkı Marvel’ın elindeki her markayı ne kadar doğru kullandığını ispat edecektir. Çünkü Warner’ın aksine Marvel büyük bir oyunu devam ettirmenin peşinde, oyunun başlama düdüğünü ancak şimdi çalmıyor. İki çizgi roman şirketinin azılı fanatiklerinin kanlı bir savaşla karşı karşıya geleceği o güne kadar bence sinemada Marvel hükümdarlığında yaşıyor olduğumuza sevinip sıradaki muhteşem filmlerle keyfimize bakalım. Bu noktadan sonra hiç olmazsa çok ama çok eğleneceğimizden şüphesi olan var mı gerçekten?

67. Cannes Film Festivali programı belli oldu!

$
0
0
67. Cannes Film Festivali programı belli oldu. 15 - 25 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek olan festivalin açılışını 2014'e ertelenen Nicole Kidman'lı Grace of Monaco yapacak. Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi Kış Uykusu da Altın Palmiye için yarışacak filmler arasında. Jean-Luc Godard, Xavier Dolan, David Cronenberg, Ken Loach, Mike Leigh ve Dardenne Kardeşler'in son filmleri de yarışma bölümünde gösterilecek.



Tüm liste ise şöyle;

YARIŞMA FİLMLERİ

"Adieu au langage" (Jean-Luc Godard)
"The Captive" (Atom Egoyan)
"Clouds of Sils Maria" (Olivier Assayas)
"Foxcatcher" (Bennett Miller)
"The Homesman" (Tommy Lee Jones)
"Jimmy’s Hall" (Ken Loach)
"La Meraviglie" (Alice Rohrwacher)
"Maps to the Stars" (David Cronenberg)
"Mommy" (Xavier Dolan)
"Mr. Turner" (Mike Leigh)
"Saint Laurent" (Bertrand Bonello)
"The Search" (Michel Hazanavicius)
"Still the Water" (Naomi Kawase)
"Two Days, One Night" (Jean-Pierre and Luc Dardenne)
"Wild Tales" (Damian Szifron)
"Winter Sleep" (Nuri Bilge Ceylan)

YARIŞMA DIŞI

"Coming Home" (Zhang Yimou)
"How to Train Your Dragon 2" (Dean DeBlois)
"Les Gens du Monde" (Yves Jeuland)
"Grace of Monaco" TWC

AÇILIŞ FİLMİ

"Grace of Monaco" (Olivier Dahan)

BELİRLİ BİR BAKIŞ AÇISI

OPENER: "Party Girl" (Marie Amachoukeli-Barsacq, Claire Burger, Samuel Theis)
"Amour fou" (Jessica Hausner)
"Bird People" (Pascale Ferran)
"The Blue Room" (Mathieu Amalric)
"Charlie’s Country" (Rolf de Heer)
"Dohee-ya" (July Jung)
"Eleanor Rigby" (Ned Benson)
"Fantasia" (Wang Chao)
"Harcheck mi headro" (Keren Yedaya)
"Hermosa juventud" (Jaime Rosales)
"Incompresa" (Asia Argento)
"Jauja" (Lisandro Alonso)
"Lost River" (Ryan Gosling)
"Run" (Philippe Lacote)
"The Salt of the Earth" (Wim Wenders and Juliano Ribeiro Salgado)
"Snow in Paradise" (Andrew Hulme)
"Titli" (Kanu Behl)
"Tourist" (Ruben Ostlund)

GECEYARISI GÖSTERİMLERİ

"The Rover" (David Michod)
"The Salvation" (Kristian Levring)
"The Target" (Yoon Hong-seung)

ÖZEL GÖSTERİMLER

"The Bridges of Sarajevo" (various directors)
"Eau argentee" (Mohammed Ossama)
"Maidan" (Sergei Loznitsa)
"Red Army" (Polsky Gabe)
"Caricaturistes – Fantassins de la democratie" (Stephanie Valloatto)

33. İstanbul Film Festivali: Enemy

$
0
0
Geçtiğimiz !f İstanbul Film Festivali kapsamında Richard Ayoade'nin Dostoevsky romanı uyarlaması The Double'ı izlemiş ancak yazmaya fırsat bulamamıştım. Ayoade, romanı mekan ve zamandan soyutlayarak distopik bir gelecek veya geçmiş tasviri yapıp inanılmaz bir atmosfer yaratmayı başarıyordu. Üstüne bir de yabancıların Doppelganger adını verdikleri ikiz gibi olan ama herhangi bir bağları bulunmayan iki karakterin çatışmasını ustalıkla işliyordu. Enemy, aynı yıl içinde izlediğim benzer temalı ikinci film. Üstelik bu da Jose Saramago kitabı olan The Double'ın uyarlaması.

Polytechnique ve Incendies ile 2000'lerdeki yükselişine devam eden Denis Villeneuve'in bizde vizyon yüzü göremeyen Prisoners'ın çok büyük hayranı olmasam da bence sonuna kadar merak uyandıran bir kayıp arama öyküsü sunuyordu. Prisoners ile birlikte yine İstanbul Film Festivali'nde gösterilen Enemy ise merak unsurunu ayakta tutmayı başarıyor olmasına rağmen, Villeneuve'in ne anlatmaya çalıştığı, hikayeyi alıp nereye getirmek istediği ve sonunda vermeye çalıştığı mesajın ne olduğu konusunda epeyce muğlak bir film. Bu yüzden olacak filmi pek sevip bağrıma bastığımı söyleyemeyeceğim. En azından ben, filmi sevememe sebebimi bu 'anlayamama' durumuna bağlamak istiyorum. 

Jake Gyllenhaal'ın canlandırdığı Adam Bell, bir tarih profesörü. Ders verdiği üniversitede diktatörlükler konusunu işliyor. Söylediklerinden sonra ülke olarak içinde bulunduğumuz durumu düşünüp pay çıkarmamak çok zor. Neyse dönüyoruz konuya: Melanie Laurent'in canlandırdığı taş gibi bir kız arkadaşı var. Hayatları monoton. Dersini öğretiyor, evine geliyor, yemek yedikten sonra sevişip uyuyorlar. Adam'ın içinde bulunduğu buhranı hissetmemek mümkün değil. Villeneuve'in yarattığı atmosfer, kullanılan sarı-sepya ton, şehrin puslu, pis ve sıcak havası sayesinde bu bunaltıcılığın bize de geçmesi uzun sürmüyor. Adam'ın bu bunaltıcı hayatı bir gece uyku sersemi izlediği bir filmde figüran olarak oynayan adamın kendisine benzediğini fark etmesiyle değişiyor. Anthony isimli adamın adresini bulup hayatına dahil olmasıyla kendi hayatı da istemediği bir noktaya sürükleniyor.

Gizli kapılar ardında yaşanan bir çeşit cinsel eğlence (Eyes Wide Shut'ın daha garip hali gibi düşünebiliriz) sahnesiyle açılan film, açılış sahnesinin yarattığı tekinsizliği ve ürkütücülüğünü sürdürerek, Adam ile Anthony arasında her an patlayabilecek büyük bir olayın gerginliğini seyirciye geçirmesini biliyor. Ancak bu gerginliği nereye bağlamak istediği pek bir belirsiz. Havada kalan sorular, yine kafa patlatmamız beklenen "örümcek" imgesi ve anlam verilemeyen finaliyle herkesin iletişim kurabileceği bir film olup çıkamıyor Enemy. Film eleştirilerinde spoiler'dan kaçınmaya çalışıyorum ama herkesin kendince bir yorumu var. Benim teorim ise şu şekilde;

-- SPOİLER İÇERİR -- 

Anthony ile Adam'ın aslında aynı kişi olduklarını filmin adı da biraz ele veriyor. Adam, aslında kendisinin "Düşman"ı. Zaten film boyunca yan yana iki karakteri de gören başka bir karakter olmaması da bu savı destekliyor. Adam'ın kafasında yarattığı Anthony olmak istediği her şey: özgüveni yüksek, motosikletiyle hava atan cool bir aktör abimiz. Annesiyle konuşmasından Adam'ın zamanında aktör olduğunu ama yürümeyince bırakıp profesör olduğu anlaşılıyor. Hamile olan eşi Helen'la arasındaki tartışma da bir metresi olduğunu ele veriyor, ki bu da Melanie Laurent'in oynadığı kız arkadaş Mary. Şehir içinde bir daire tutmuş kendisine muhtemelen. Helen, şüphelenip üniversiteye Adam ile tanışmaya gittiğinde karşısındaki adamı görüp şoka giriyor. Emin olmak için eşi Anthony'i arıyor ama Adam gözden kaybolana kadar telefon açılmıyor. Rahatlıkla sonrasında telefonu açıp eşine numara çekmiş olabilir. Bence Adam kafasında ikinci bir karakter yarattığını da fark etmeyen hasta bir adam. Eşi Helen ise bunun farkında. Bu yüzden havuzdan geldiği gece Adam'a "okul nasıldı?" diye soruyor. Yani ondan şüphelendiği için değil gayri ihtiyarı olarak, bir eş gibi "hayatım işin nasıldı?" manasında soruyor. O sırada karşısındaki kişinin Adam mı Anthony mi olduğunu bilmiyor çünkü. Anthony ile Mary'nin yaptığı trafik kazasıyla ilgili teorim de şu: kaçamak yaptıkları gün Adam da evde oturup Helen'ın gelmesini bekliyor. Bence Helen'ı beklerken kafasında yarattığı bir kaza o. Yani artık sevgilisiyle olan yalan ilişkisini bitirmek ve Anthony karakterini de öldürmek istiyor. İşlerin kontrolden çıktığını fark etmiş, uyanıp kendine gelmiş.

Filmin sonundaki örümcek imgesini nasıl değerlendirmek gerekir bilmiyorum. Filmin başındaki garip seks partisi sekansında gördüğü örümcek görüntüsünü, o andan itibaren kafasından atmayı başaramıyor bana kalırsa. Önceleri rüyalarında gördüğü, içinde büyüttüğü ve kendisini uzunca süredir yiyip bitiren bu örümcek filmin sonunda bir anlamda vücuda geliyor ama muhtemelen daha farklı yorumlara da açık bir anlamı vardır muhakkak.

-- SPOİLER İÇERİR -- 

Villeneuve, Saramago'nun kitabını biraz 'taslak' ve serbest olarak uyarlamış sanırım. Ne anlatmak istediği başta da belirttiğim gibi epey bir belirsiz. Belki romanın kendisini alıp okumak benim gibi kafası karışanlar için daha mantıklı olacaktır şu durumda. Yine de Jake Gyllenhaal'ın alıp götürmeyi başardığı, Sarah Gadon'ın da yan rolde başarılı olduğu, Denis Villeneuve'in olması gerektiği şekliyle boğucu bir atmosfer yaratmayı başardığı fena sayılmayacak bir gerilim Enemy. Ancak alacağınız zevk filmi ne kadar çözmeyi becerebildiğinize bağlı. Ben ne yapsam "öf bu da ne şimdi böyle?" tepkisi verdiğim o garip finali kabullenemiyorum.  

İtirazım Var

$
0
0
Geçen yıl ustalık filmi Sen Aydınlatırsın Geceyi'yi vizyon dağıtımına sunmayıp festival festival dolaştıran Onur Ünlü, yeni filmi İtirazım Var'ın galasını da 33. İstanbul Film Festivali ile yaptı. Altın Lale Ulusal Yarışması'nda en iyi yönetmen ödülünü de hak ederek kazandı dün akşam. Vizyona girdi girmesine ancak denetleme kurulunun yine bizim ahlakımız için her yere uzanan eli, Ünlü'nün filmine de uzandı ve ne yazık ki 18 yaş sınırı getirildi. Yönetmenin 'politik olmamasını umuyorum' dediği, bal gibi de politik olan bu kararın neden verildiğini filmi izleyince anlamamak mümkün değil. Siyasi göndermeler ve din üzerinden yapılan esprilerle (ki kimseyi aşağılamak, değerlere hakaret etmek gibi bir durum kesinlikle söz konusu değil) verilen mesajın gerekli yerlere ulaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz bu karardan sonra.

Bu kez, Sen Aydınlatırsın Geceyi'ye kıyasla daha bir 'vizyon' filmi var karşımızda. Ama bu Onur Ünlü'nün kendine has absürt mizah yeteneğini konuşturmadığı anlamına gelmiyor elbette. Atlas'taki gösterim öncesinde söylediği şeyi başardığını söyleyebiliriz rahatlıkla: olabildiğince komik bir film yapmak.

Selman Bulut, Camiden.

Nice acayip, komik ve absürt Onur Ünlü karakterleri gördük şimdiye kadar. Dizileri de katarak söylüyorum son model Ünlü karakterimiz Selman Bulut, içlerinde en şenlikli, izlemesi en keyifli karakter olabilir. Bildiğiniz üzere Selman Bulut bir imam. Bilmediğiniz üzere kendisi zamanında boksörlük yapmış, siyaset bilimi okumuş, yetmemiş üstüne antropoloji master'ı yapmış, boş vaktinde satranç oynayan ve son olarak da dedektifliğe merak salan bir kız babası. Camisinde yaşanan cinayetin ardından, polislerin ilgisizliği ve merakı sebebiyle kendini bir anda soruşturmanın içinde bulan Selman Bulut, bir yandan polisin gözünde şüpheli konumuna gelirken, bir yandan da erkek arkadaşıyla beraber yaşadıklarını öğrendiği kızıyla da uğraşmak zorunda kalıyor.

Ünlü'nün Sırrı Süreyya Önder ile birlikte yazdığı senaryo, aç sokak çocuklarından, emniyete, para aklayanlardan tefecilere, yozlaşmış içi boşalmış din algısına kadar pek çok konuya yer yer ince ince, yer yer gayet göstere göstere dokunduruyor. Bunların hepsini yine kendilerine özgü mizahla yaptıklarını ve kimseyi aşağılamak gibi bir niyetlerinin olmadığını anlamak için siyaseti bırakıp sinemaya tekrar dönüş yapmasını umduğum Önder'in oynadığı emekli binbaşı karakterine bakmak bile yeterli. Komedi unsurları açısından harika bir senaryo var karşımızda, ancak polisiye tarafının yer yer epey aksadığı bir gerçek. Yine de kendi içinde tutarlı, soru işaretlerine pek de mahal bırakmayan sürprizli de sayılabilecek bir sonu var. Bir de yerli sinemamız sanki çok iyi polisiye örnekleri vermiş gibi böyle bir komedi-polisiye denemesini sırf bu açıdan yerin dibine sokmak çok anlamsız geliyor. Gayet de eli yüzü düzgün bir deneme olduğu kanısındayım polisiye sineması içinde.

Burada tek laf edebileceğim kısım kurgu. Daha çekimlerine yeni başlandığı öğrenmişken filmin Nisan ayına yetiştirilmesini bayağı garip karşılamış, "ne ara çekildi tamamlandı montajlandı da festivale yetiştirildi" demiştim. Nitekim İtirazım Var, kurgu masasında tekrardan elden geçirilmesi gereken epeyce bölüme sahip biraz aceleye getirildiği belli olan bir iş. Özellikle sonlara doğru olayların bağlanma kısmının fazlaca uzatıldığını düşünüyorum.

Altın Lale'de en iyi erkek oyuncu ödülünü bileğinin hakkıyla alan Serkan Keskin, komediyle dramayı çok iyi harmanlayan içten bir performans sergiliyor. İsmail Abi'den sıyrılıp ne denli iyi bir karakter oyuncusu olabileceğini gösteren tonlarca nüans sayabilirim bu filmden. Sadece yan rollerde değil, başrol olarak da bir filmi çok iyi sırtlayabileceğini kanıtlamış. Bu yıl içinde ödüllerine daha da ödül katacaktır. Geçen sene aynı tadı Ali Atay'ın performansından almıştım. Şu bir gerçek ki Onur Ünlü kendi çekirdek kadrosuyla çok daha rahat çalışıp maksimum performans alıyor. Yeni kadroda Hazal Kaya, Büşra Pekin, Özgür Çevik, Osman Sonant, Serdar Orçin ve Umurt Kurt hiç fena işler de çıkarmıyorlar. Ama filmin asıl cevheri bana kalırsa sessiz sedasız damat Gökhan rolünde Öner Erkan. Oldum olası iyi bir oyuncu olduğunu düşünüyordum da bu filmle daha bir kanıtladı sanki. Adam oyuncu olmak için doğmuş.

Polis ile sinemaya hızlı bir giriş yapıp sonrasında Güneşin Oğlu ve Celal Tan gibi birkaç absürt denemeyle bana göre pek dikiş tutturamayan Onur Ünlü, Leyla ile Mecnun sonrasında aradığı sinema tadını Sen Aydınlatırsın Geceyi ile yakalamış görünüyor. İtirazım Var da Ünlü'nün bu standardı koruyacağına işaret eden gayet başarılı ve kaliteli bir deneme. Ünlü sinemasında yeni bir döneme girmiş olabiliriz ve umalım da kendisi yerli sinemanın aradığı "vizyon", o "taze kan" olsun.

Filth

$
0
0
Geçtiğimiz Şubat ayında !f’te festival seyircisiyle buluşan Filth, hiç beklemediğim bir atak yaparak vizyonda yerini buldu. Hiç beklemediğim diyorum çünkü en son Nymphomaniac’ın yasaklanmasından sonra, onun kadar olmasa da yine aynı konseptte sahneler barındaran filmin sansür kurulundan geçmesi beni şaşırttı. Adından da pekala anlayabileceğiniz üzere, pisliklerle dolu bir yapımla karşı karşıyayız. Posterin üstüne gururla Trainspotting’in adını yazmalarının bir sebebi var. Rahatsızlık verme derecesi olarak neredeyse eşit sayabileceğimiz filmi görmeden önce kendinizi neye hazırlamanız gerektiğini belirtmişler en azından.

Trainspottingkitabının yazarı Irwine Welsh’in aynı isimli romanından uyarlanan Filth’in en büyük kozu James McAvoy’un sıradışı performansı olmuş. Dışardan bakıldığında çok orjinalmiş gibi durabilecek, ancak Danny Boyle’ın Trainspotting’de yıllar önce kullandığı sinematik numaralarla bezeli bir uyarlama bu. Nasıl ki Welsh’in kitaplarının “lezzeti” aynıysa, film uyarlamalarının da aynı şekilde sunulması en iyi ihtimal olarak görülmüş olmalı. Söz konusu yeraltı edebiyatı olduğunda, aynı Chuck Palahniuk’un kitaplarında da görebileceğimiz gibi (Fight Club’ın yazarıdır kendisi), yapılan pisliklerin konsepti sürekli değişse de, bunu yazıya dökme tadı hep aynı kalır. Zaten yeraltı edebiyatını da ayrı bir tür haline getirmiş olan bir bakıma bu karanlık ve kendini tekrar eden tarzdır. Ama söz konusu film uyarlamalarına gelince aynı formulü uygulamak doğru mu, asıl dert bu.

Jon S. Baird’in ikinci uzun metrajı olan Filth, bence yönetmenin kendi atmosferini yaratmaya uğraşmak yerine, oturup defalarca Trainspotting izlemiş olduğunu gösteriyor. Bu kimilerine göre iyi bir şey olarak yorumlanabilir, çünkü uzun zamandır bu numaların adamakıllı kullanıldığı bir yeraltı filmi izlememiştik. Ama diğer yandan, Boyle’un, Welsh’in edebi tarzını görselleştirme kurallarını bir bir ezbere çekmiş ve onları kendi senaryosunun içine yedirmiş bir sinematik dil var karşımızda. Özellikle filmin ilk yarısı  için bu çok geçerli bir faktör olmuş. Karakterleri ve dünyayı tanıtma şeklini kendine özgü bir bakış açısıyla yaratmayı en azından denemiş olması benim için önemli bir şeydi, sizin için değilse eğer içiniz rahat olsun, film bu sinematik numaların hepsini hakkını vererek kullanıyor.

Film baştan sona sizi sarıp götüren ve hiçbir zaman kendi dünyasıyla ilgili tam emin olabileceğiniz bir bilgi vermeyen şekilde tasarlanmış. Ana karakterimizle ile ilgili bile çok az şeye emin olabiliyoruz, hatta geçmişiyle ilgili bir şeyler öğrenmek adına görsel olarak karşımıza çıkan tüm ipuçlarına çok dikkat etmek zorundayız. Bu ipuçlarına ne kadar dikkat ederseniz, filmin sonunda yaptığı ani dönüşü de o kadar yiyorsunuz. Uyuşturucu ve iktidar problemleriyle hayatımıza giren James McAvoy tarafından canlandırılan Bruce Robertson bir polis. Tüm iş arkadaşlarının heyecanla beklediği bir terfiyi almaya çalışıyor, çünkü karısının ve çocuklarının saygısını tekrar geri kazanmak zorunda olduğuna kendini inandırmış. Çılgın uyuşturucu sanrılarına ve erkeklerin iktidar dertlerine surreal bir açıdan bakmaya hazır olun. James McAvoy ile birlikte yavaş yavaş delirmeye bırakın kendinizi, filmin tadı en güzel öyle çıkıyor.

Filmin soundtrack’i de bir hayli başarılı. Özellikle filmin sonunda çalan Clint Mansell’in Radiohead yorumu Creepçok acayip olmuş. Radiohead’in sert gitar takıntılı albümleri zamanına denk gelen şarkı, şu anda yapsaymış Thom Yorke da böyle yaparmış diye düşündürdü. Filmin genel olarak tüm müziklerini yapmış olan Mansell’in soundtrackleri zaten Darren Aronofsky filmlerinden beri kendini bu piyasada kanıtlamış durumda.

Yazının başında boşuna Trainspotting’den çok bahsetmedim, gerçekten onun seyirci kitlesine direkt hitap eden bir yapımla karşı karşıyayız. Trainspotting’e ısınamamış insanlar Filth’in yaptığı numaları da fazla yemeyecektir, o yüzden kendinizi alıştığınız dünyadan biraz uzaklaştırmanızda fayda var. Vizyonda bu tarz filmleri görmenin zor olduğu zamanlardayız, o yüzden Türk izleyicisi olarak “sinemada görmüştüm” demek isteyeceğiniz bir yapım olduğunu düşünmekteyim. James McAvoy’u daha çok anti-kahraman olarak görmeyi istetti, bu performansla önüne daha pis roller de çıkacaktır umarım.

The Amazing Spider-Man 2

$
0
0
Blogumuzun Marvel temsilcisi Arman Güvenç, The Amazing Spider-Man 2'yi yazdı. Görünen o ki Sony, yine Marvel Sinema Evreni'nin yanına bile yaklaşamamış. @ArmanGuvenc'in yazısı için buyrunuz:

Elindeki tek Marvel markası Spider-Man’in suyunu gelecek Sinister Six ve Venom filmleriyle çıkarmaya kararlı Sony’nin yeni filmi The Amazing Spider-Man 2, ilkinin yarattığı müthiş hayal kırıklığının acısını bırakın silmeyi, üzerine tuz serpiyor. Köken hikayesi anlatma yükünü sırtından attığı için ilk filmden bir gıdım daha iyi olsa da yine olmamış, olamamış bir film var elimizde. Bir franchise yaratacağım diye kasıp iyi bir film yapmayı göz ardı edersen olacağı bu tabii. Ayrıca ömrümde bütün filmin fragmanda bu kadar verildiği başka bir iş görmemiştim. Resmen filmde ekstradan hiçbir şey yok neredeyse. Hatta fragmanda olan bazı sahne ve replikler filmde yok. Ve hatta filmin son karesi bile fragmanda var, daha ne olsun? Sonraki filmlerde işe yarayacak bir takım karakterleri de cebe atmakla vakit kaybeden film tek başına hiçbir şey ifade etmeyen o kadar sahne içeriyor ki, acayip can sıkıyor.

Öncelikle iki şeyi aradan çıkartayım. 5 filmi de katarak konuşuyorum, en iyi kostüm bu filmde. Gerçekten mükemmel olmuş, gözlerimi alamadım. Ayrıca Spider-Man'i ilk defa bu kadar beğendim. Çenesini kapatmaması, "Yo, sparkles!" ile başlayarak durmaksızın gelen Spidey-ism'ler çok şahaneydi. İlk filmde olduğu gibi ikide bir maskenin çıkmaması da cabası. Daha yolumuz var, daha iyi olacak ama çok iyi bir adım atıldığını söylemek isterim.  

Fakat, filmde geri kalan her şey o kadar kötü, o kadar kötü ki. Bir Spider-Man fanatiği olarak üzerimdeki hasar normaldekinden daha fazla, bunu inkar edemem. Sıradan bir seyirci bu filmden tatmin olmuş bir şekilde çıkabilir bile. Ama işte...  Spider-Man filmleri her zaman biraz klişe, biraz eski kafalılık içerirdi. Sam Raimi bu "cheesy" ve "campy" unsurlarla eğlenir, işine bakardı. Ancak Marc Webb bunların içinde kaybolup gidiyor ve kötü sonuçlar almaktan öteye gidemiyor. Sokağın ortasında "I am Rhino" diye bağıran bir tip düşünün... Çocuğu ile elli metre ötesindeki yıkımı izleyen bir anne düşünün. The CW dizilerini aratmayan bir müzik kullanımı hayal edin.

Marvel Studios filmlerinin ortalığın tozunu ne kadar dumana kattığı malum. Diğer stüdyoların kazanılacak potansiyel yeşillere karşı ne kadar kabarık iştahlı oldukları da... Ancak Disney'in bu işte bu kadar başarılı olması bir tesadüf değil. Adamlar alıp Thor'a bile gişede gümbür gümbür iş yapan bir film çekebiliyor, ama Sony Marvel'ın en ünlü karakterine adam gibi bir film çekemiyor. Neden? Çünkü Disney filmleri başlı başına da çok iyi yapmaları gerektiği, büyük hikayeye hizmet ettikleri kadar kendi ayakları üzerinde de durmaları gerektiğini biliyor. Sony ise Sinister Six, Venom ve diğer planlanan Spider-Man evreni filmlerine tohum ekeceğim diye bu filmi o kadar kalabalıklaştırıyor, ana hikayeyi o kadar dağıtıyor ki Hollywood'dan nefret etmeye başlıyorsunuz.

Fragmanlarda "Do you know what I like about Spider-Man? Everything." diyerek bize halinden memnun, mutlu bir Spidey sunacakları hissiyatı oluşturdular ama durum öyle değil. Kaptan Stacy'nin ölümünün ardından suçluluk duygusu altında ezilen, Gwen ile bir ilişki yürütmeyi her şeyden çok isteyip çabalayan ama başaramayan, ev - okul - aşk hayatı üçgeninde sıkışmış bir Peter Parker var karşımızda. Yani tam sevdiğimiz kıvamda bir Parker... Ama film kadınlara da cazip gözükeceğim ve Garfield-Stone aşkının ekmeğini doya doya yiyeceğim diye kasarken bir süper kahraman filminden çıkıp kötü bir gençlik filmine dönüşüyor ve bunu sık sık, uzun sürelerle yapıyor. Elinde on yıllardır çizgi roman sayfalarında onlarca katmana genişletilmiş karakterler varken müthiş yüzeysel hamlelerle filme "hikaye" katmaya çalışıyor. Garfield ve Stone ikilisini ilk filmde de çok beğenen, hatta Andrew Garfield'in çok iyi bir Peter Parker olduğunu düşünen ben yine aynı hissiyatla filmden ayrıldım. Oyuncu seçimlerinde hiçbir sıkıntı yok. Sıkıntı senaryo ve yönetimde.

Filmimizin iki ana düşmanı Electro ve Goblin de benzer hikayelerle güçlendirilmeye çalışılıyor. Müthiş bir icada imza atmış ama herkes onu görmezden geliyor diye kafayı yemiş, dünyanın en sıradan isimlerinden birine sahip olmasına rağmen ismi hatırlanınca kuyruk sallamaya başlayan Max Dillon Spidey tarafından hayatı kurtarılınca bir groupie'ye dönüşüyor. Beklediği ilgiyi göremeyince de bir süper kötü olmaya karar veriyor. "kimse beni anlamıyor ve sevmiyor" emo'luğundan aldığı motivasyonla New York'u yerle bir eden bir süper kötü, ne tatlı değil mi? Film mucit dehasının kapitalizmin pençesinde kıvranışı, Oscorp gibi büyük şirketlerin kötü ve tehlikeli oluşuna şöyle bir sürtünüyor ancak söyleyecek fazla söz bulamıyor. Harry Osborn ise ilk filmde adı bile geçmemesine rağmen Peter'ın "en yakın arkadaşı" olarak Buffy'nin kız kardeşi Dawn'ı aratmayan bir damdan düşmeyle aramıza katılıyor. Son derece klişe bir "babam benimle ilgilenmedi" hikayesi onu da hayata karşı isyan ettiren.


Marc Webb aksiyon sahnelerinde kendini geliştirmiş ve Spider-Man'i gözle görülür biçimde daha iyi anlamış olsa da hala Sam Raimi'nin aşık olduğum tarzına benim kitabımda yaklaşamadı, yaklaşması da belli ki mümkün değil. Ancak Goblin dövüşünde gerilimi çok iyi hissettiğimi belirtmem gerek. İlk filmdeki karşılaşmalardan hiçbirini sevmemiştim. 3D sevmeyen ben filmin ilk dakikalarında New York semalarında ağ salındırmaktan da çok hoşlandım. Evde ben o sahneleri loop'a alır onlarca kere izlerim, bundan eminim. Gerçi burada da artık uzun bir süredir süper kahramanlık yapan Peter’ın hala kendi kendine “Yihuuuu!” nidaları atması daha ilk sahneden filmin akıl mantıkla bağının ne kadar kopuk olduğunu gözler önüne serdi ve kötü oldu. Bırak onu seyirci olarak biz diyelim, sit-com gibi bize nerede “yihuuuu!” çekeceğimizi söylemenin alemi var mı?

Efektler korkulduğu kadar kötü ve video oyunu kıvamında değil. Bazıları kötüydü evet, örnekse Electro'nun Times Meydanı yıkımı, ama korkulduğu gibi bir sıkıntı yok. Marc Webb'den ve bu yeni seriden çok haz etmiyorum. Muhteşem Marvel Studios filmleriyle şımartıldıktan sonra en sevdiğim süper kahramanın filmlerinde bu denli hayal kırıklığına uğramak beni üzüyor. The Amazing Spider-Man 2 alıştığımız, içi boş "popcorn" filmi olarak idare eder, ama artık alışageldiğimiz çizgi roman uyarlaması kalitesinden uzak bir yapım olmuş. Sıradaki filmleri izlemekten vazgeçirecek kadar kötü değil neyse ki.

67. Cannes Film Festivali’nin jüri üyeleri belli oldu

$
0
0
14-25 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek olan 67. Cannes Film Festivali’nin jüri üyeleri belli oldu. Jüri başkanlığını geçtiğimiz yıl Top of the Lake dizisiyle de övgü toplayan The Piano filminin yönetmeni Jane Campionüstlenecek.

Campion'un başkanlığını yürüteceği 9 kişilik jüri ise şöyle: Almodovar ve Iñárritu filmleriyle tanıdığımız Meksikalı oyuncu Gael Garcia Bernal, en iyi yabancı film dalında Oscar kazanan A Seperation'da rol alan İranlı oyuncu Leyla Hatami, The Housemaid (2010) ve Untold Scandal (2003) gibi filmleriyle bilinen Güney Kore’li oyuncu Jeon Do-yeon, Fransız oyuncu Carole Bouquet, Amerikalı oyuncu Willem Dafoe, Drive ve Only God Forgives ile tanıdığımız Danimarkalı yazar/yönetmen Nicolas Winding Refn, Amerikalı sinemacı Sofia Coppola ve A Touch of Sin (2013) ile övgü toplayan Çinli yazar/yönetmen Jia Zhangke yer alıyor.

X-Men: Days of Future Past

$
0
0
Days of Future Past, hem X-Men'in çizgi filminde hem de çizgi romanlarında çok sevdiğim öykülerden biridir. Proje açıkladığında yaşadığım heyecanın bir sebebi öykünün kendisiyse de diğeri projenin başındaki X-Men: First Class'ın yönetmeni Matthew Vaughn'dı. Kendisinin sırtını saf aksiyona yaslamayan, güzel karakter ve Soğuk Savaş dönemi analizleri yapan leziz First Class filminin ardından projeden çekilmesine ve Bryan Singer'ın tekrar yönetmen koltuğuna oturması hevesimi kursağımda bıraktı. Seriyi cahil cühela çekim teknikleriyle Brett Ratner ve senaryosu her yanından sapır sapır dökülen Simon Kinberg'in ellerine bırakmasını ve tonla favori karakterin saçma sapan şekillerde harcanmasını halen hazmedemiyorum. X2 gibi sadece X-Men serisi içinde değil süper kahraman filmleri içinde de benim için özel bir yeri olan bir filmden sonra serinin ocağına incir ağacı dikip kayıplara karışması yetmiyor gibi bir de seriye yeni bir soluk olarak çok güzel bir başlangıç hikayesi ekleyen Vaughn'ın yaptıklarının ekmeğini yemek için geri döndü utanmadan. Noldu canım, Superman Returns ve Jack The Giant Slayer tutmadı mı?

Tüm bunları söyleme sebebim sinema salonunu terk ederken laflarımın her birini tek tek yemiş olmamdan ileri geliyor. Bryan Singer, Days of Future Past ile sadece X-Men serisine değil çizgi roman uyarlamaları külliyatına da ciddi bir eser kazandırmakla kalmıyor, ben ve benim gibi serinin kalbi kırık hayranları için de güzel bir format atıyor. Eksiklikleri ve X-Men: The Last Stand sonrasında neler olduğuna hiçbir açıklık getirmeyen mantık hataları da yok değil ama Singer bu kez hem öyküye hem karakterlerine yatırım yapan hem de tatmin edici aksiyon sahneleriyle seyircinin gönlünü alan bir iş çıkarmayı başarıyor.

Çizgi romanda Sentinel'lerin hakim olduğu 2055 yılında başlayıp günümüze bağlanan hikaye, belki biraz First Class kadrosunun tazeliğinden de yararlanma amacıyla günümüzde başlayıp geçmişe uzanıyor. Peşin peşin belirtmekte yarar var: mutantların teker teker avlandığı ve toplama kamplarına kapatıldığı karanlık gelecek tasviriyle ilgili tatmin edici sahneler bekleyenler için pek fazla şey sunmuyor Singer. Zaten derdi de bu değil. Bilinçli bir tercihle gelecekteki karakterlerine pek fazla bel bağlamıyor hikaye. Bu onların savaşı değil. Kendi savaşlarını kaybetmişler, ellerinde ufak bir umut ışığı kalmış sadece. Geleceğin savaşı geçmişte, First Class'tan aşina olduğumuz karakterlerle veriliyor bu nedenle. Profesör Xavier tarafından geçmişteki bedenine gönderilen Wolverine'e bağlı her şey (anasını satayım zaten her filmde tüm olay Wolverine'de bitiyor. Bunun için bir de esas grup lideri olması gereken Scott Summers'ı mundar ettiler, yazık günah).

70'lerdeyiz. Mystique ablamız tüm seksiliği ve maviliğiyle Trask Industries'in kurucusu Boliver Trask'i öldürmeyi planlıyor. Mutantları avlayacak olan Sentinel projesi için tonla mutant üzerinde deney yapmaktan çekinmemiş bir bilim adamı kendisi. Onu öldürmeye çalışırken kendisi de esir alındığı ve Mystique'in DNA'ları üzerinden mutantlara karşı insanlığın elde ettiği büyük avantaj, karanlık geleceğe uzanan yolda sonun başlangıcı olduğu için Wolverine'in geçmişteki Charles Xavier ve Magneto'yu bulması ve Mystique'i durdurması şart.


X-Men serisi hikaye anlamında zaman zaman tökezlese de (Wolverine filmlerine girmek bile istemiyorum. Origins başlı başına serinin istikrarının içine eden bir film) genel olarak Xavier ve Magneto ilişkisini ve görüş ayrılıklarının kendilerini getirip bıraktığı noktayı iyi işlemesini beceriyor. First Class ile başarıyla inşa edilen iki farklı bakış açısı yine aynı oranda başarıyla karşı karşıya getiriliyor. Mutantları insan ırkından üstün görüp koruyan ama bu uğurda insanları harcamaktan çekinmeyen Magneto terazinin bir ucundaysa, yine onları koruyup kollayan ama bunu yaparken de insanlar ve mutantların barış içinde yaşayabileceği bir ortam hayal eden ve bunun için uğraşan Xavier öbür ucunda. Serinin önceki filmlerinde Ian McKellen ve Patrick Stewart arasında işleyen kimya, yine çok leziz bir biçimde Michael Fassbender ve James McAvoy arasında da işliyor. Burada bir parantez açıp önceki filme ağırlığını koyan Michael Fassbender olurken bu filmde McAvoy kesinlikle onu fersah fersah geride bırakıyor.

Jennifer Lawrence'ın Oscar'ın da ardından son birkaç sene içinde iyiyden iyiye artan popülaritesinden bolca faydalanmak isteyen Fox, sadece promolarda ön plana çıkarmakla kalmamış, hikayeyi de bir nevi onun üstüne kurmuş. Herkesin kaderi onun elinde. Lawrence'ın kaymağını iyi yemişler, o da beklentileri boşa çıkarmamış sağolsun. Ekibe yeni katılanlardan QuickSilver, ilk promo görselleri düştüğü zaman gümüş pembe saç modeliyle bende Emo bir genç izlenimi bırakmıştı. Stiliyle uzun süre tüm hayranların alay konusu olmasına rağmen gene hepimize söylediklerimizi yutturan inanılmaz eğlenceli ve komik bir karakter yaratmayı başarmışlar. Filmin şüphesiz en komik sahnesi de ona ait. Evan Peters'ın ciddiyetsiz tasvirini Aaron Johnson'ın Avengers: Age of Ultron'daki halinden hep daha çok seveceğim gibi geliyor.

"Geçmişe gidelim şu karakteri öldürelim de ileride başımız yanmasın, ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey" temalı Terminatör hikayelerinden fenalık geldiğinin ben de farkındayım. Ancak Singer, buradaki zaman yolculuğunu geri plana atarak karakter çatışmasını ön plana çıkardığı ve aldığımız kararların hayatımızı, hatta ve hatta kişiliğimizi nasıl şekillendirdiği üzerine giden bir yaklaşım benimsemiş. Bu anlamda çok da nefis bir bilim-kurgu filmi olmakla birlikte özünde çok da güzel bir "insan" hikayesi.

Şu anda tarihsel olarak birbiriyle örtüşmeyen pek çok boşluk var seride. Bunun en temel sebebi Fox'un bu işe girişirken önce çekilecek olan projeye odaklanıp Marvel gibi gelecek projeler için bir temel hat belirlememesi. Yani X-Men serisine devam ederken bir anda para kazanalım mantığıyla Wolverine: Origins'e karar verip arkasından First Class'ı çekip birbiriyle uyumsuz bir sürü olay göze çarpabiliyor. X-Men: The Last Stand'in enkazını toplamak kolay olmasa da güzel sürprizleri ve seriyi toparlamaya çalışmasıyla Bryan Singer, hiç olmazsa çaba gösterdiği için benim takdirimi kazandı. X-Men: Apocalypse'e bağlanacak gizli sahnesi de cabası.

The Normal Heart

$
0
0
Biliyorum her Pazar akşam yayınlandıktan sonra Pazartesi günleri Game of Thrones izlemeye ve büyük bir iştahla etrafımıza spoiler saçmaya alıştık. Hali hazırda 3 bölüm kalmışken heyecanımız da giderek artıyor ancak bu hafta HBO, ara verip uzun zamandır da merakla beklenen Ryan Murphy'nin televizyon filmi The Normal Heart'ı yayınladı. Televizyon dünyasında geçen sene Behind the Candalebra'nınkine benzer bir heyecan ve ödül dalgası yaratmasını bekliyorum ben. Önümüz Emmy'ler malum. Mini Dizi veya TV Filmi kategorisinde öne çıkabilecek yapımlardan olmasını zaten bekliyordum da izledikten sonra iyice emin oldum.

Ryan Murphy'i artık tanıdığınızı zannediyorum ancak bilmeyenler için Glee, Nip/Tuck ve American Horror Story gibi dizilere imza atmış adam kendisi. Benim içinse gayet iyi ve keyifli başlayıp sonrasında iyiden iyice sarpa sarmaya ve seyirciyi bıktırana kadar devam eden dizilerin adamı. Glee, bana göre zaten geçen sezon miladını doldurdu. Ben ne zaman izlemeyi bıraktığımı bile hatrlamıyorum. American Horror Story ise antoloji olarak ilerliyor Allahtan da çok batırmaya fırsatı olmadan sezon tamamlanıyor. Muhteşem Asylum sezonunun ardından geçen seneki Coven, koca bir hayalkırıklığıydı benim için. Ancak burada esas konuşmamız gereken adam Ryan Murphy değil, Larry Kramer. Kendisi de open bir gay olarak, Ryan Murphy Glee'deki sosyal sorumluluk bilincini devam ettiren The Normal Heart'ta AIDS'in ilk kez ortaya çıktığı 80'lerde gay komünitesi içindeki paniği ve aktivist Larry Kramer'ın sisteme karşı açtığı savaşı anlatıyor.

Kramer, 1980 yılına kadar hayatını yazar olarak sürdürüyor. Eşcinsel topluluğu içinde de bilinen ve "Faggots" isimli romanıyla ses getirmiş, 1969 yılında Woman in Love filmi senaryosuyla Oscar adayı olmuş bir adam. 80'de yakın arkadaşları o zaman için "eşcinsel kanseri" olarak bilinen AIDS yüzünden teker teker ölmeye başlayınca aktivistliğe soyunuyor. Angels in America'yı da izlemiş olanlara hatırlayacaklardır, Amerika'da o dönem Cumhuriyetçi Regean hükümeti var ve AIDS konusunda ciddi bir görmezden gelme yaşanıyor. Hükümetin bu konuda atım atması ve bir sağlık reformu yapması için bilinç yaratmaya ve bağış toplamaya yönelik olarak bir grup arkadaş GMHC'i (Gay Men's Health Crisis) kuruyorlar. Kendisi de sonradan AIDS'e yakalanan Larry Kramer, bugün 76 yaşında ve hastalığıyla beraber yaşamayı başarmış.

The Normal Heart, Kramer'ın Broadway için yazdığı, 1985'te sahnelenen oyunun tv uyarlaması esasen. Birebir Kramer'ın yaşamını yansıtmıyor ve karakter isimleri farklı olsa da temelde otobiyografik bir yapım. Hikayemizin kahramanı burada Mark Ruffalo'nun canlandırdığu Ned Weeks. Yine Kramer gibi arkadaşlarının ölümü sonrası aktiviste dönüşen bir yazar. Hastalığın ne olduğu ve nasıl tedavi edileceğinin bilinmediği bir dönemde bilgi almak için gittiği Dr. Emma Brookner ile tanışması hayatında bir dönüm noktası oluyor. İkili toplumda bu konuda bilinç yaratmak için uğraşmaya başlıyorlar ancak bu hiç kolay değil. Hakkında sağlıklı bilgi ediline kadar seks yoluyla bulaşan bu hastalığa yakalanmamanın tek yolu seks yapmamak. Tam da "seksüel devrim" yaşanan ve gaylerin kişiliklerini bu devrim üzerinden tanımladıkları bir döneme gelmesi seks konusunda sabit bir algı yarattığından Emma'nın tabiriyle öleceklerini bile bile sevişmeye devam ediyorlar.

Hikaye yer yer duygu sömürüsü olarak da algılanabilecek katıksız bir realizmle dile geliyor. Ortada ne olduğu tam olarak anlaşılamayan bir salgın var, çözüm bulunamıyor ve hızla yayılıp arkadaşını, sevgilini, kardeşini bir anda senden alabilir ve bir sonrakinin de sen olmayacağının hiçbir garantisi yok. Hastalık ilk ortaya çıktığından beri çaresizlik hissi tüm hikayeye ve performanslara sinmiş. Neredeyse hiçbir olumlu gelişme yaşanmıyor olmasına rağmen melodrama dönüştürmeden anlatılan bir mücadele var karşımızda. Bu anlamda Ryan Murphy'nin sinemasal yetkinliğini konuşturduğu ilk filmi olabilir. Burada oyunculara da büyük bir parantez açmak lazım: Larry Kramer'ın senaryosu veya Ryan Murphy'nin vizyonunun yanı sıra içinize işleyen en önemli unsurlardan biri hepsi birbirinden içten oyuncu performansları.


Herkes bir yana da Avengers'a kadar pek sevemediğim Mark Ruffalo'nun buradaki oyunculuğu benim için bir yana. Diğer adaylar kimler olacak aynı kategoride pek bilemiyorum ama buradaki rolüyle Emmy alması şart bana göre. You Can Count on Me'den bu yana en etkileyici performansı sanırım. Sürekli sağa sola bağrınan bir karakterden fazlası değilmiş gibi gözüktüğünü biliyorum ama yaşadığı öfkeyi düşününce bunun bu kadar batmıyor olması lazım. Kızgın. Herkese ve her şeye. Sisteme, bu hastalık karşısında çaresiz kalışlarına, hayatının belki de tek aşkının günbegün ellerinden kayıp gidiyor oluşuna..

Ned'in sevgilisi rolünde Matt Bomer ise en az onun kadar varlık göstermeyi başarıyor. White Collar dizisinde de çok beğeniyor olmama rağmen kendini beğenmiş, fırlama zibidi rolünden sıyrılıp böylesine duygusal ve fiziksel olarak ağır bir rolün altına girmiş olması çok hoşuma gitti. Nedense pek fazla beğenilmemiş Julia Roberts'a bile bayıldım ben. Özellikle Mark Ruffalo'yu çok iyi desteklediğini düşünüyorum. Ned ile dans sahnesi ve konferans salonunda isyan ettiği sahneler bile yeterli Emmy'lerde boy göstermesi için. Bunlar dışında Taylor Kitsch ve Jim Parsons da fena iş çıkarmıyorlar. Parsons'a, biraz Sheldon'ı hissettirdiğinden çok bayılmadım ama cenaze sahnesinde kendini göstermeyi bilmiş o da. Bir de değinmeden geçemeyeceğim Joe Mantello'nun filmde kısa ama çok etkili spot bir sahnesi var. Oyunculuk bile diyemeyeceğim tarzda gerçekçi, samimi bir çöküş, bir sinir krizini anı. O an, onun ve arkadaşlarının yaşadığı çaresizliği hissetmemek mümkün değil. Müthiş bir performans.

The Normal Heart, bir televizyon filmi evet ama iyi bir televizyon filmi. İleri doğru ödül törenlerinde de adından söz ettirecektir. En azından ele aldığı dönem ve hassas konuyu iyice melodrama bulandırmadan duru performanslar üzerinden anlatmasını beceriyor. Elbette ki satmaya çalıştığı sahneler de var ama bunlar bile, filmin Ryan Murphy'nin kısa sinema kariyeri içinde en iyi iş olduğunu gerçeğini değiştirmiyor.

The Double

$
0
0
Amerikalıların genel anlamda kitap uyarlamaları konusundaki başarısızlığı ortada. Yabancı yazarların başka dildeki kitaplarını veya yabancı topraklarda farklı dillerde geçen öyküleri Amerikalı oyuncularla İngilizce çekerek adapte etmeye çalıştıklarında ortaya çok daha vahim, neidüğü belirsiz melez işler çıkabiliyor. Bereket versin İngilizler, edebi külliyatın hatırı sayılır bir bölümüne sahip olduklarından olacak bu konuda daha başarılılar.

İngiltere’nin son birkaç yılda büyük çıkış yapan komedyenlerinden Richard Ayoade’yi The IT Crowd izleyicileri epeydir tanıyorlardır zaten sanıyorum ki. Televizyona aşina olmayanlar, 2010 yılında yazıp yönettiği ve bana göre son yılların en başarılı büyüme hikayelerinden biri olan Submarine ile hatırlayabilirler. Toronto Film Festivali (TIFF) kapsamında seyirciyle buluşan ikinci filmi The Double ise yönetmenin sinema kariyerinin tek atımlık olmadığını kanıtlar nitelikte.

Ayoade bu kez bir roman uyarlamasına soyunuyor ve ikinci uzun metrajı olduğunu düşünürsek epey de zor ve kallavi bir ismi seçiyor kendine: Dostoyevsky. Yazarın 1864 yılında yazdığı ve Rusya’da geçen ‘Öteki’ romanı, yönetmenin ellerinde bambaşka bir hal alıyor: kendisi bana göre harika ve de çok zekice bir tercih yapıyor ve Dostoyevsky uyarlamasını zamandan ve mekandan tamamen arındırıyor. Bununla da kalmayıp sanki distopik bir gelecek veya geçmişte herhangi bir ülkenin/yönetimin herhangi bir şehrinde geçen bir hikaye kurgulamayı başarıyor. Rahatlıkla dram olabilecek böyle bir hikayeden hem gerilim hem de çok başarılı bir kara mizah örneği çıkarmak henüz ikinci filmini çekmiş olan bir yönetmen için çok büyük başarı. Öncelikle şunu söylemeliyim, önümüzdeki iş prodüksiyonundan yönetmenine, senaryosundan oyunculuklarına ve müziklerine kadar bana göre el yüzü düzgün bir iş. Elle tutulur eleştirilecek pek bir şey bulamadım açıkçası.

Dediğim gibi karşımızda ilginç bir devlet/hükümet yapısı var. Biraz komünist bir rejim gibi duruyor ama öte yandan The Colonel adı verilen liderleri de totaliter bir intiba bırakıyor. Her halükarda "big brother is watching you" kokusu tüm filme sinmiş durumda. Hikayemizin kahramanı Simon James, bir çeşit veri toplama şirketinde çalışan, sesi solu çıkmayan, tam vur kafasına al ekmeğini denilecek türde bir memur. Tek keyfi veya takıntısı, aynı yerde fotokopici olarak çalışan ve karşı apartmanında oturan komşusu Hannah'yı dikizlemek. Derken Simon'un silik ve ezik karakterine tam zıt, herkesi avucunun içinde oynatan, tam bir fırlama James Simon çıkageliyor. Simon'ın tıpatıp aynısı olan bu adam başlarda Simon'la kanka muhabbetine bağlasa da hayatını cehenneme çevirmesi pek uzun sürmüyor tahmin edebileceğiniz gibi.

Bu yıl içinde gösterime giren José Saramago uyarlaması Enemy ile parallelikler taşısa da, doppelganger/ikiz mevzusuna daha sosyolojik ve politik bir bakış atıyor. Karakterlerin psikolojisini de iyi irdelemekle beraber asıl başarıyı toplumda görünür olup olmama mevzusundan yakalıyor bana kalırsa. Özellikle beyaz yakalılara yakın gelebilecek çok başarılı bir iş atmosferi söz konusu. Simon ve James üzerinden hiç iş yapmayıp tüm övgüyü toplayanlarla asıl işi yapıp yeterince saygı görmeyenler olarak her şirkette herkesin bir 'anti-kendisi'nin olduğunun altını başarıyla çiziyor Ayoade.

Bu noktada övgünün önemli bir bölümünü de Jesse Eisenberg'e vermek lazım. The Social Network sonrası üzerine yapışan bir "fırlama piç" rollerinin adamı havası olduğu bir gerçek. Ancak bu filmde fırlama James karakterinin tam zıttı ezik Simon'a da hayat vermesi kendisi için de güzel bir gövde gösterisine dönüşüyor. İki karakterin de altından alnının akıyla kalkmayı başarmış. Son yıllarda en beğendiğim genç oyuncuların başında gelen Mia Wasikowska, her sene 3-4 filmde birden oynayıp yüzünü eskitecek diye korkuyorum ama neyse ki başarılı proje ve rol seçimleri yapıyor. Only Lovers Left Alive ve Stoker'ın ardından The Double'da yine beni kendine hayran bırakmayı başardı. Zarif, sakin ama vurucu.

Son bir alkışı da görüntü ve sanat yönetmenlerine vermezsem gözüm açık gider. Erik Wilson ve David Crank, garip bir şekilde aynı zamanda hem sürreal hem de gerçekleşmesi muhtemel rahatsız edici distopik bir evren tasviri yapmışlar bize. Neredeyse tamamı kapalı mekan çekimleri olmasına rağmen karşımızdaki dünyanın tekinsizliğini her bir sahnede hissediyoruz. 'En İyi Atmosfer' Oscar'ı diye bir ödül olsaydı hiç düşünmeden verebilirdik şüphesiz. The Double, en nihayetinde güzel bir çalışmanın ürünü. Senaryosundan yönetimine, oyuncularından setine kadar her şey tastamam mıdır bilmiyorum, ancak Richard Ayoede, bu yılın en iyi listelerinde şimdiden kendine yer bulabilecek kadar iyi bir çıkarmış. 

A Million Ways to Die In The West

$
0
0
Bu projeyi ilk duyduğumda aklıma gelen şey Yahşi Batı olmuştu. Pekala bizim Seth MacFarlene’imiz sayılabilecek Cem Yılmaz'ın filmi tabii ki anca bir Türk’ün aklına gelebilirdi bu yapımı duyunca, ama olsun. Sonuçta elimizde Western filmleriyle dalga geçme üzerine oturtulmuş bir senaryo var ve olaylar başını her türlü belaya sokmaktan bir şekilde kendini alamayan ana karakterimiz Howard Stark etrafında şekilleniyor. Seth MacFarlene’in ilk defa kendi uzun metrajında başrol oynadığı filmin kadrosu adeta yıldızlar geçidi. Charlize Theron, Liam Neeson, Giovanni Ribisi, Sarah Silverman, Amanda Seyfried ve Neil Patrick Harris içlerinde komediye dair ne varsa perdeye yansıtmış durumdalar.

Kişisel olarak şaşırdığım bir durumdur ki film çok kötü eleştirilere boğuldu. Seth MacFarlene’in mizah tarzını beğenen ve takip eden bir insan olarak ben filmden tam da beklediğimi aldım. Seth’in ne kadar bel altı oynayabileceğini ve işleri iyice pisleştirebileceğini bir kaçFamily Guy bölümü izleyen bir insan bile pekala kafasında kurabilir diye düşünüyorum. Filmi izlemeden kendinizi iki saatlik, western temalı bir Family Guybölümü izleme moduna sokmanızda fayda var. Çünkü bu absürt komedide olabileceklerin sınırını tahmin etmeniz pek de mümkün olmayacak.

Filmin senaryosunu Family Guy ve Ted’de de birlikte çalıştığı Alec Sulkin ve Wellesley Wild ile kaleme almış olması yukarıda anlattığım durumun zaten başlı başına bir kanıtı gibi. Asla dur durak bilmeyen bel altı espriler ve Seth’in “pis” zekasının ürünü uzun uzun suratınızı buruştaracağınız sahneler filmin geneline çok başarılı bir şekilde dağıtılmış. Ne zaman karşınıza çıksalar “hadi artık bunu da yapmış olamazsın” diyorsunuz. Filmin geri kalan kısmı ise klasik bir western hikayesi. Kasabalara korku salan kovboy Clinch (Liam Neeson) ve 9 yaşında evlendiği karısı Anna’nın (Charlize Theron) bir şekilde Howard ile yollarının kesişmesiyle hikayemizdeki basit çatışma ortaya çıkıyor. Ödlek bir adam olan Howard’ın, Anna’yı Clinch’in elinden kurtarması, dolayısıyla onu ortadan kaldırması gerekiyor. Ünlü western filmlerine göndermelerle dolu bir seyirlikle karşı karşıya olduğumuzu düşünürsek, türün sadık izleyicileri filmin dalga geçtiği noktaları daha iyi anlayabileceklerdir.


Filmin genel olarak beğenilmemesinin sebeplerinden biri belki de artık çok fazla prodükte edilmeyen Western sinemasının yeni örneklerini çok az görebiliyorken, bu kadar paranın saçma bir komediye harcanmış olması olabilir. Filmi bir Western filmi olarak görmekten çok, bir Seth MacFarlene fantazisi olarak görürseniz yapılmaya çalışılan komediden zevk alabilirsiniz. Tabii ki karşımızda Django Unchainedkalitesinde bir spaghetti western yok, ki aslına bakarsanız karşımızda öyle bir bütçe de yok. Daha çok vakt-i zamanında Top Secret! ve Airplane gibi komedilerin, dalga geçtikleri film türlerinin “hatalarını” keşfetmeleriyle alakalı bir durum. “Western hero” diye Amerikan sinemasının çok da uzun zaman olmayan bir süre önce yere göğe sığdıramadığı arketip karakteri, tam tersine çevirerek vahşi batının ortasına koyan MacFarlene, bence kendi mizah anlayışını bu konsepte oturtabilmiş gibi duruyor.


Sonuç olarak bu bir komedyen filmi ve her komedyen filmi sadece kendi mizah anlayışı içerisinde çeşitlenebileceği için salondan ayrıldığınızda kendinizi herhangi bir MacFarlene işi izlemiş gibi hissetmeniz pekala mümkün. Ama bence, tam da adamın iddiası bu olduğu için, geriye kalan bu hissiyat olması normal zaten. Eğer yer yer midenizin kalkacağı ve aslında neye güldüğünüzü anladığınızda kendinizi suçlayacağınız bir komediye ihtiyacınız varsa, tam olarak doğru yerdesiniz. Bu kadar başarılı komedyenlerin bir arada bulunduğu bir kadro sık sık denk gelmez, tadını çıkarmakta fayda var.

Tom at the Farm

$
0
0
I Killed My Mother ile Cannes'da 3 ödülü evine götürüp sinemanın yeni "Wonderkid"i olup çıkan Xavier Dolan'a karşı benim de zaafım olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Ne kadar objektif yaklaşmaya çalışsam da başarılı olamıyorum. Ortalama sayılabilecek bir filmini bile beğenirken buluyorum kendimi.

I Killed My Mother'ın ardından çektiği Heartbeats, kalp kırıklıklarına odaklanan, pek sevdiğim ama nispeten sabun köpüğü bir filmdi. Bu yüzden ne zaman bu ergen problemleriyle uğraşmayı bırakıp daha ciddi ve derin hikayelere imza atacak diye merak etmeye başlamıştım filmin ardından. Fazla bekletemeden gelen Laurence Anyways, yine tam da bu sebepten Dolan'ın filmografisinde tepe noktasında yer alıyor benim için. Dolan, kurgu masasında filmine kıyıp 2 saate düşürmüş olsaydı çok daha nefis bir film izleyebilirdik gibime geliyor ama 3 saatlik haliyle bile hakkını teslim etmek lazım. Sarkan yerleri de çok, ancak yakaladığı o kadar güzel noktalar var ki filme kıyamıyorum. Benim için Laurence Anyways, Dolan'ın artık belli dertler, meseleler üzerine kafa yormak istediğini gösteren bir dönüm noktası mahiyetinde.

Tom at the Farm ise genç yönetmenin kariyerinde başka bir dönemeç sayılabilir rahatlıkla. Çünkü bugüne kadar hep kendi senaryolarını çeken Dolan, ilk kez bir uyarlamaya soyunuyor. Michel Marc Bouchard'ın aynı isimli oyunundan uyarladığı filmde başka dertleri var Dolan'ın. Kariyerinde artık yeniliğe ihtiyacı olduğunu kendisi de söyleyen yönetmen, bu kez eşcinselliği filmin merkezine oturtmak yerine, filmdeki gerilimi besleyen ve ana hikayenin temelini oluşturan bir araç olarak kullanıyor. Erkek arkadaşı Guillaume'in ölümünün ardından ailesinin yaşadığı çiftliğe gelen Tom, oğlunun gay olduğunu bilmeyen annesiyle tanışınca olmadığı biri gibi davranmak zorunda kalıyor. Sevgilisinin ölümünün acısı yetmiyor ve numara yapmak yeterince zor değilmiş gibi bir de sorunlu olduğu her halinden belli olan ve kardeşinin gay olduğunu annesine söylememesi için Tom'a baskı yapan abi Francis'in şiddet ve tacizlerine maruz kalıyor.

Burada durup Xavier Dolan'ı oyuncu olarak bir kenara koyup yönetmen ve senarist olarak incelemek lazım biraz. Oyuncu yönetimi ve karakter yaratımı konusunda ne noktaya geldiğini göstermesi açısından müthiş başarılı bir karakter olarak perdeye yansıyor Francis. Filmi bir psikolog eşliğinde izleyip derinlemesine analiz etmek isteyeceğim kadar güzel yazılmış ve oynanmış bir karakter. Francis kendi deyimiyle bir Alfa Erkeği. Kadınların birlikte olmak isteyeceği türden. Senelerdir bırakıp gitmek istemesine rağmen annesini terk edememesi annesiyle arasında hastalıklı bir bağımlılık yaratmış. Tom'un gelmesiyle birlikte aralarında oluşan sado-mazo ilişki, Tom'u ölümüne korkutuyor ancak cinsel çekim/gerilim de onu cezbediyor. Dolayısıyla Tom, hem eşcinsel dürtüleri olan hem de homofobik bu adam tam anlamıyla ağzını burnunu dağıtmasına izin veriyor. Muhteşem oynadığını düşündüğüm Pierre-Yves Cardinal ile Xavier Dolan'ın arasındaki kimyanın da tutması sayesinde aralarındaki gerilim perdeye çok iyi yansıyor ve biz her an çok büyük bir olay patlak verecekmiş gibi diken üstünde seyrediyoruz filmi.


Eşcinsel olduğunu söyleyemedikleri için uydurulan kız arkadaş Sara gibi davransın diye Tom'un çağırdığı kız arkadaş rolünde Evelyne Brochu'ye de dikkat çekmek istiyorum. Bu 'fake' Sara, hikaye zorlama bir ekleme gibi duruyor başta ama annenin dile gelmeyen/gelemeyen şeyleri görmesi, idrak etmesi açısından çok da yerinde bir karakter. Aslına bakarsınız tüm karakterlerin içinde bulundukları saçma durumu yüzlerine çarpıyor diyebiliriz. Orphan Black izleyenlerin tanıdığı Brochu, kısa rolünde hiç de fena değil. Oğluna ne olduğunu, nasıl öldüğünü bilmeyen ve herkesin kendisinden bir şeyler gizlediğini anlayıp çözemeyen anne rolünde Lise Roy'un da çok duru ama bir o kadar da vurucu bir performans sergilediğini atlamayalım.

Sonlara doğru aksayan ve Francis'in gizemli geçmişi üzerinden gereksiz bir dramatik yapı oluşturmaya çalıştığı son dönemeçte filmin birazcık aksadığı bir gerçek ama yine de finalde bu konuyu da güzel bağlamasını bilmiş Dolan. Giderek daha iyi bir senarist ve daha hakim bir yönetmene dönüştüğünü göstermesi açısından Tom at the Farm, Dolan'ın filmografisinde güzel bir yere oturdu benim için. Bu yıl Cannes'da gösterilen ve Jüri Özel Ödülü'nü kapan Mommy ile de aklımızı başından almaya devam edeceğini umuyorum.

Yeni Queer Sinema

$
0
0
23 - 29 Haziran tarihleri arasında kutlanan ve bu yıl 22.si düzenlenecek olan LGBTİ Onur Haftası sebebiyle 90 sonrası "Yeni Queer Sinema"nın blogumuzda yazdığımız örneklerini bir başlık altında toplayalım istedik.

Öncesinde genel bir giriş yapmakta ve bilgilendirmekte de fayda var: Nejat Ulusay'ın, “Yeni queer sinema: Öncesi ve sonrası” makalesinde tanımladığı şekliyle“Yeni Queer Sinema”, Kuzey Amerika’da bir grup sinemacının 1990’ların başında gerçekleştirdikleri filmlere referansla ilk kez B. Ruby Rich tarafından gündeme getirilmiş bir kavram.*

* Fe Dergi 3, sayı 1 (2011), 1-15.‘Yeni Queer Sinema’ 



"Ben çocuklarımı ikinci sınıf insan muamelesi görsünler diye yetiştirmedim. Oraya git ve hakkını ara, tamam mı?" - Sarah Beckett, Philadelphia

1990'lar ve Queer Sinema denildiğinde benim ve çoğumuzun aklına gelen ilk örnekler Paris Is Burning (Jennie Livingston, 1991), My Own Private Idaho (Gus Van Sant, 1992) ve elbette ki Tom Hanks'e ilk Oscar'ını kazandıran Philadelphia(Jonathan Demme, 1993) olacaktır sanırım. İlk iki filmin Queer Sinema Tarihi'ndeki yeri elbette ki apayrı olsa da 80 ve 90'larda AIDS'in toplumda sadece fiziksel değil ruhsal olarak da ne gibi yıkımlara sebep olduğunu göstermesi açısından Philadelphia'nın sinema tarihi içindeki yerini daha anlamlı buluyorum. Beğenin beğenmeyin, şunu kabul etmek lazım ki o dönem Amerikan ana akım sinemasında bu konunun gündeme getirilip bu kadar da objektif incelenmesi neresinden baksanız önemli bir adımdır.


Paris is Burning'i takip eden iki Drag filminden Avustralya yapımı The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert (Stephen Elliott, 1994), sinema tarihine de kazınan nefis bir yol hikayesi anlatır. Hugo Weaving, Guy Pearce ve Terence Stamp'in performansları özellikle görülmeye değerdir. Hollywood'un Priscilla'ya cevabı gibi duran To Wong Foo, Thanks for Everything, Julie Newmar (Beeban Kidron, 1995) daha sabun köpüğü oluşu sebebiyle yeteri kadar ilgi görmez ancak Patrick Swayze, Wesley Snipes ve John Leguizamo'yu drag queen kıyafetleri içinde izlemek her zaman ayrı bir keyiftir.


Lezbiyen temalı filmlere rast gelmeye başlamamız ise biraz daha geç. Peter Jackson'ın 1994 yılında çektiği Kate Winslet'ın ilk filmi Heavenly Creatures, iki genç kız arasındaki ilişkiyi daha suç ve gerilim odaklı bir tabana oturtuyordu. Tematik olarak 90'lardaki ilk örneklerden biri olmasına rağmen lezbiyenliğin bir gençlik heyecanı olarak değil de daha derinlemesine incelendiği ilk yapım, Hollywood'un sayılı kadın yönetmenlerinden ele aldığı konu açısından dönüm noktası sayılayabilecek Boys Don’t Cry(Kimberly Pierce, 1999). Film, erkek gibi görünen ve bir kıza aşık olan Brandon Teena'nın gerçek yaşam öyküsüyle Hilary Swank'e de Oscar getirmişti. Burada bir önceki yıl gösterime giren bağımsız film High Art(Lisa Cholodenko, 1998) da es geçmemek gerekiyor. Radha Mitchell ve Ally Sheedy'nin başrollerini paylaştığı film de benzer temalı filmler içinde cesur bakış açısı sebebiyle önemli bir yerde duruyor.


90'ların ikinci yarısı ve 2000'lerin başı ise daha cesur bir Post-‘Yeni Queer Sinema’ dönemine tanıklık eder. Bu blog'ta değinme şansı bulamadığımız, John Cameron Mitchell'ın transseksüel rock şarkıcısı Hedwig'in hikayesini anlattığı muhteşem Hedwig and the Angry Inch'i (2001), Stephen Daldry'nin unutulmaz bir Thatcher Dönemi panoraması da sunduğu Billy Elliot (2000) ve Joel Schumacher'dan beklenmeyecek derecede iyi olduğunu düşündüğüm Philip Seymour Hoffman & Robert de Niro'lu Flawless (1999), transseksüelleri elen alan aklıma gelen güzel örneklerden.


2005 sonrasında Yeni Queer Sinema, önceki gibi daha cesur adımlar atıyor mu ya da sesi daha çok çıkmaya başlıyor mu emin değilim. Mesela 10 yıllık sürede Brokeback Mountain(Ang Lee, 2005), Milk(Gus Van Sant, 2008) ve A Single Man(Tom Ford, 2009) gibi popüler olan üç ana akım örneği saymazsak, çok fazla ses getiren yapım yok. Neyse ki Amerikan bağımsız sineması Latter Days (C. Jay Cox, 2003), Big Eden(Thomas Bezucha, 2000), Shelter (Jonah Markowitz, 2007)Were the World Mine(Tom Gustafson, 2008)Prayers for Bobby(Russell Mulcahy, 2009) ve Pariah (Dee Rees, 2011) gibi güzel örnekler çıkarmayı başarıyor. Bunun yanında Xavier Dolan'ın I Killed My Mother (2009), Heartbeats(2010) ve Laurence Anyways (2012) ile yarattığı esintiyi de unutmayalım.

Bizim sinemamıza döndüğümüzde elle tutulur pek bir örnek göremesek de Ferzan Özpetek ve Kutluğ Ataman'ın filmlerinden biraz olsun nemalandığımızı söylemek mümkün. Özpetek'in Hamam (Il bagno Turco, 1997), Harem Suare (Harem suaré, 1999), Cahil Periler (Le fate ignoranti, 2001), Bir Ömür Yetmez (Saturno contro, 2007) ve Serseri Mayınlar (Mine vaganti, 2010) filmlerinin yanı sıra, Kutluğ Ataman da burada incelediğim Lola + Bilidikid (1999) ve İki Genç Kız (2005) gibi kayda değer iki yapım vermiş. Sanıyorum çekilen son uzun metraj benim çok fazla sevemediğim ama iyi niyetli bir çaba sayılabilecek Caner Alper & Mehmet Binay filmi olan Zenne (2012).

Blog'ta daha önce kayda değer bulup incelediğimiz filmler ise şöyle;

Tom at the Farm (2014) - Xavier Dolan

Tom at the Farm ise genç yönetmenin kariyerinde başka bir dönemeç sayılabilir rahatlıkla. Çünkü bugüne kadar hep kendi senaryolarını çeken Dolan, ilk kez bir uyarlamaya soyunuyor. Michel Marc Bouchard'ın aynı isimli oyunundan uyarladığı filmde başka dertleri var Dolan'ın. Kariyerinde artık yeniliğe ihtiyacı olduğunu kendisi de söyleyen yönetmen, bu kez eşcinselliği filmin merkezine oturtmak yerine, filmdeki gerilimi besleyen ve ana hikayenin temelini oluşturan bir araç olarak kullanıyor.

Yazının tamamı için tıklayın...


The Normal Heart (2014) - Ryan Murphy

The Normal Heart, Kramer'ın Broadway için yazdığı, 1985'te sahnelenen oyunun tv uyarlaması esasen. Birebir Kramer'ın yaşamını yansıtmıyor ve karakter isimleri farklı olsa da temelde otobiyografik bir yapım. Hikayemizin kahramanı burada Mark Ruffalo'nun canlandırdığu Ned Weeks. Yine Kramer gibi arkadaşlarının ölümü sonrası aktiviste dönüşen bir yazar. Hastalığın ne olduğu ve nasıl tedavi edileceğinin bilinmediği bir dönemde bilgi almak için gittiği Dr. Emma Brookner ile tanışması hayatında bir dönüm noktası oluyor. İkili toplumda bu konuda bilinç yaratmak için uğraşmaya başlıyorlar ancak bu hiç kolay değil.

Yazının tamamı için tıklayın...



Dallas Buyers Club (2013) - Jean-Marc Vallée

Film bir AIDS hastasının hayatına odaklanabilecekken bunu yapmıyor ve silahını tamamen Amerika’ya ve kanunlarına yöneltiyor. HIV virüsüne yakalanan Ron Woodroof, o zamanlarda insanlarla denemeleri yeni başlamış olan AZT hapından kullanmak istiyor. Ancak doktorların ona söylediği şey, bunun bir deneme olduğu ve hastaların yarısına placebo, yarısına gerçek hap verildiği. Ron’un tepkisi “yani ölümle boğuşan insanlara şeker hapları mı veriyorsunuz?” oluyor ve durum gerçekten de bu kadar vahim. Ron’un gözü kara. Hastane çalışanlarından birini kandırıp para karşılığında AZT satın almaya başlıyor, ancak bu hastalığına yardımcı olmuyor. Meksika’daki bir doktora yönlendirilen Ron, burada AZT’nin aslında insanları zehirlediğini öğreniyor. Meksika’da tanıştığı doktor, kendi kliniğinde ve başka bir tedavi yöntemiyle hastaların bağışıklık sistemlerini yükseltmeyi ve yaşatmayı başarıyor. Ama bunu yapmak için kullandığı ilaçlar Amerika’da “onaylanmamış” olduklarından, insanlar AZT ile kazıklanıyor. Dallas Buyers Club fikri hemen oracıkta Ron’un aklına geliyor. Sınırdan geçirilecek kolilerce ilaç ve kurtarabileceği onlarca AIDS hastası…

Yazının tamamı için tıklayın...



Blue is the Warmest Color (2013) - Abdellatif Kechiche

Adelé, hepimiz gibi veya hepimizin bir zamanlar olduğu gibi sıradan bir genç; ve hayatın günlük koşuşturmacasına ve monotonluğuna kapılıp giden milyarlarca insandan biri. Okuluna giderken geç kalıp otobüsün peşinden koşan da biziz aslında, arkadaşlarıyla geyik yapıp eve geldiğinde kendini yorgun argın yatağın üstüne bırakan da.. akşam hep beraber yemek yediği ailesi de bizim ailemiz. Açlıktan kıvranmıyorlar şüphesiz, ancak pahalı oyuncaklarla kendilerini şımartacak kadar da zengin olmadıkları her hallerinden belli. Pek yabancı olmadığımız orta sınıf karşımızdaki. Ne çok mutlu, ne çok mutsuz. İyiden hallice işte.

Yazının tamamı için tıklayın...



Benim Çocuğum (2013) - Can Candan

Benim Çocuğum, içlerinde lezbiyen, trans ve gay anne babalarından oluşan 5 aileyi merkezine alıyor. Bu aileler çocuklarının durumlarını öğrendiklerinde ne tepkiler vermişler, nasıl kabullenmişler, çocuklarıyla birlikte nasıl bir süreçten geçmişler en sade ve doğal halleriyle, samimi cümlelerle perdeye yansıtıyorlar deneyimlerini. İçlerinde vurdum iki tane diyen de var, tuttum kolundan psikologa götürdüm diyen de, evladım deyip bağrına basan da... "biz çok olumlu karşıladık, başından beri destek olduk" samimiyetsizliğine düşmüyorlar. Nasılsa öyleler. Anlamadıklarını, karşı çıktıklarını, üzüldüklerini kabul ediyorlar. Ama yaşadıkları süreç sonunda çocuklarının durumlarını kabullenmek bir yana, onların hakları için de savaşmaya başlamışlar.

Yazının tamamı için tıklayın...



Kill Your Darlings (2013) - John Krokidas

40'larda başlayan hikaye Amerika'nın en çok satan şairlerinden Allen Ginsberg'ün Colombia Üniversitesi'ni kazandıktan sonra, yazmaktan ziyade çevresindekileri etkileyen, onlara ilham veren Lucien Carr ile tanışmasını anlatıyor. Carr ile tanıştıktan sonra Ginsberg'ün edebiyat dünyasının underground'a sürüklenmesi ve daha sonra hayatında önemli bir yere sahip olacak Burroughs ve Kerouac ile tanışması uzun sürmüyor. Beat Kuşağı'nın ortaya çıkmasında hepsi için dönüm noktası olacak Profesör Kammerer'in cinayetine giden yolda ilmek ilmek dokuyor hikayesini John Krokidas. Hatta söküp söküp tekrar diktiğini söylemek mümkün. Tekrar kurgulanan sahneler ve flashbacklerle ilk işinde hiç de konvensiyonel ve sıradan olmayan bir anlatım tutturmayı başarıyor.

Yazının tamamı için tıklayın...



Weekend (2011) - Andrew Haigh 

Weekend, bir Cuma gecesi barda tanışan ve "one night stand" takılmak niyetindeki Glen ve Russell'ın beraber geçirdiği bir haftasonunu anlatıyor. Yerel spor salonlarından birinin havuzunda cankurtaranlık yapan Russell, bir Cuma gecesi arkadaşlarının evindeki partiden sonra tek başına bir gay bara gider. Barda tanıştığı Glen'le olanla köşe kapmacası tek gecelik münasebetle sonlanır (kibarım). Gecenin sabahına uyandıklarında yaşadıkları gariplik gün içinde yerini başka bir şeye bırakır. Birbirlerini aramadan edemezler. Nispeten daha içine kapanık Russell'ın utangaçlığın Glen'in özgüven ve canlılığıyla garip bir uyum yakalar. Gelgelelim, Pazar akşamı Glen'in uzun süreliğine yurtdışına gitmek için ülkeyi terk edecek olması yüzünden ellerinde sadece bu kısacık "geç buldum, çabuk kaybettim" ilişkisi kalır.

Yazının tamamı için tıklayın...



Mine Vaganti (2010) - Ferzan Özpetek

Açık konuşmak gerekirse ben Ferzan Özpetek'in filmlerinden hiçbir zaman böyle tam "tatmin olmuş" bir tat alamıyorum. Ne zaman bir filmini izlesem bir şeyler eksik kalmış gibi geliyor. Böyle belli belirsiz bir mesafe koyuyor sanki seyircisiyle arasına her seferinde. Benim kitabını pek sevmediğimden izlemediğim, pek de beğenilmeyen roman uyarlaması "Mükemmel Bir Gün"de Özpetek alıştığımız temalarına ara vermişti. Şimdiyse "Serseri Mayınlar" ile aile, aşk, cinsel kimlik, yüzleşme gibi bilindik meselelerine geri dönüyor. Pek çok kritikte söylendiği gibi belki bilindikse bilindik hikâye, tipikse tipik karakterler, klişeyse de klişe ama şahsım ilk defa kendisinin bir filminde bu kadar eğlendi, güldü, keyif aldı.

Yazının tamamı için tıklayın...


The Kids Are All Right (2010) - Lisa Cholodenko

Nic (Annette Bening) ve Jules (Julianne Moore) 20 yıldır birlikte olan evli lezbiyen bir çift. Sperm bağışı yoluyla aynı kişiden iki tane çocuk dünyaya getirmişler: Joni ve Laser. Kardeşlerin küçük olanı Laser bir gün şeytan mı dürtüyor noluyorsa babalarının kim olduğunu merak ediyor. Yaşı tutmadığı için ablasının başının etini yiyerek babalarının kim olduğunu öğrenmesini istiyor (yasal olarak böyle bir hakları var). Sonuçta babayı buluyorlar (biyolojik babayı tabi. Bknz: Mark Ruffalo). Hayatı biraz freelance yaşayan bu adam, Paul, yavaştan aileye dahil olmaya, Jules'la yakınlaşmaya başlıyor, olaylar gelişiyor...

Yazının tamamı için tıklayın...


Broderskab / Brotherhood (2010) - Nicolo Donato

Danimarka'da Neo-Nazi bir grubun eşcinsel bir gence saldırılarıyla açılıyor Broderskab. Onlar, elebaşlarının ifadesiyle, 2-3 tane Pakistan'lı dövmekten çok daha öte amaçları olan, doğanın düzenini sağlamaya çalışan (farklı etnik kökene, renge, ırka, cinsel kimliğe sahip olanlar doğaya aykırıdırlar zira) aklıselim bir güruh. Daha sonrasında Çavuş Lars'la tanışıyoruz. Lars, komutası altında olan adamlarla fazla yakın ilişki içinde olması sebebiyle ordudan atılıyor. Ordudan ayrıldıktan sonra bir daha aynı mesleğe dönmek istemeyen Lars, annesinin bu konudaki baskılarına inat gitmek için tanıştığı bu neo-nazi grubun içine yavaş yavaş dahil olmaya başlıyor. Aslında başlarda Lars'ın bu dazlaklara karşı muhalif bir tavrı var. Fakat evi terk edip ekip üyesi Jimmy'le aynı çatı altında yaşamaya başladıklarında gruba iyiden iyiye dahil olmaya başlıyor.

Yazının tamamı için tıklayın...

A Single Man (2009) - Tom Ford

Hikâyemizin kahramanı George, 52 yaşında bir üniversite profesörü. Henüz eşcinselliğin toplumda görünür hale gelmediği (şu anda da ne kadar görünür olduğu tartışılır) 50’li yıllarda sevgilisi Jim ile beraber California’da yaşıyormuş, ancak bizim onunla tanışmamızdan aylar önce hayat arkadaşını bir trafik kazasında kaybetmiş. Her sabah uyandığında mutlu ve enerjik olmayı başarabilen sevgilisinin aksine, uyanmanın bir işkence olduğundan bahseden ve kalktığında insanların tanıdığı kişi haline dönüşmesinin vakit aldığını söyleyen George için onsuz geçen her gün, ayrı bir yük olmaya, geçirilmesi gereken anlamsız bir saatler bütünü haline gelmeye başlamış. Onu en çok üzen şey “tek başına bir adam” olmak değil de, hayatla tek başına mücadele etmesi gerektiği gerçeğiyle başbaşa kalmış olması sanki. Ama karar vermiş, “o gün” farklı olacak. Çekmeceden çıkarıp silahını koyduğu çalışma masasınınki gibi bir düzen içinde o akşam son verecek hayatına.

Yazının tamamı için tıklayın...


The Man Who Loved Yngve (2008) - Stian Kristiansen

1989 yılında Stavanger’deyiz. Jarle isimli genç kardeşimiz çok güzel, şeker ve de özverili bir kız arkadaşa, acayip kafa bir kankaya (bütün salonu kahkaya boğdu, öyle bir tip) ve birgün Norveç'in en sağlam Punk grubu olacaklarına inanan bir müzik grubuna sahiptir. Ne var ki, Berlin Duvarı'nın yıkıldığı sıralarda bu mükemmel küçük hayatı da ufaktan sarsılmaya, aldığı balyoz darbeleriyle giderek ufalanmaktadır. Norveç Tanrısı (böyle bir şey varsa eğer) suretinde insanların arasına karışan Yngve, ortaya çıktığı gibi Jarle'nin kafasını karıştırır. Kimselere benzemeyen, bu naif duruşlu çekingen çocuk giderek Jarle'nin arkadaşlarıyla oturttuğu Punk yaşam tarzının dışına çıkmasına ve kankasının yadırgadığı bir insan tipine dönüşmesine neden olur. Dahası, Jarle sevgilisini de sevmesine rağmen bu yeni çocuğu kafasından atamamaktadır.

Yazının tamamı için tıklayın...

Mein Freud aus Faro (2008) - Nana Neul

Mein Freud Aus Faro'da (Türkçe çevirisi "Arkadaşım, Faro'dan" olan filmin adının "Faro'ya" olarak değişitirilmesini garipsemiştim ancak film içinde "Faro'ya" da yerini buluyor) teması açısından ufaktan bir Fucking Âmal havası bulmak mümkün. Ama Lukas Moodysson'ın filminden daha başka türlü ilerliyor film ve bana nedense daha samimi, daha doğal, daha inandırıcı geldi.

Yazının tamamı için tıklayın...

Mysterious Skin (2004) - Gregg Araki 

Araki, Amerikan bağımsız yönetmenlerden “new queer cinema” ekolünün öncüleri arasında sayılan bir yönetmen. Konuları genellikle cinsellik ve eşcinsellik ekseninde dönen filmlerinde ergenlerin cinsellikleriyle nasıl başa çıktıklarını ele alıyor. Zaman zaman tahammülü zor olan, stres yüklü atmosferini ve konusunu sonuna dek kullanan filmler onun filmleri. “Totally F***ed Up” , “The Doom Generation” gibi filmlerin ardından stüdyo destekli “Splendour” geldiğinde Araki'nin de stüdyo ellerine düşen bağımsız sinemacılardan biri olacağından korkmuştuk. Araki'nin ülkemizde gösterime giren tek filmi olan “Splendour”, Araki gibi yapan bir romantik komediydi. Bu filmin hayal kırıklığı ile Araki'nin ismini çizmiştik ki Araki işte tam da gerektiği gibi bir filmle çıkageldi: Mysterious Skin.

Yazının tamamı için tıklayın...


Lola + Bilidikid (1999) - Kutluğ Ataman

Kutluğ Ataman’ın ikinci filmi Lola ve Bilidikid, Berlin’de geçiyor. Eşcinselliğini yeni yeni keşfetmekte olan Murat’ın ailesi seneler önce Türkiye’den Almanya’ya göç etmiş yüzlerce aileden yalnızca biri. Babanın ölümü üzerine ailenin reisliğini üstlenmiş olan abisi Osman, geleneklerine bağlı, annesini ve kardeşini korumaya çalışan katı bir adam. Murat’ın varlığını bilmediği, kendisi gibi eşcinsel olan abisi yıllar önce durumunun ortaya çıkması sonucunda evden atılmış ve arkadaşlarıyla beraber Lola ismiyle barlarda sahneye çıkmaktadır. Kendine Billy the Kid’ten esinlenip lakap takmış olan Bilidikid ise sevdiği erkek Lola’dan ameliyat olmasını istemektedir; ancak bunun için parası olmadığı gibi Lola da bu teklife yanaşmaz. Daha fazla ayrıntıya girip hikayeyi spoil etmek istemiyorum. Çünkü bu ayrıntılar birkaç sürprizi de içinde barındırıyor.

Yazının tamamı için tıklayın...


Happy Together (1997) - Wong Kar Wai

Kar Wai'nin tümüyle Arjantin'de geçen ve çekimleri yine uzun süren filmi bize yine iki insanın karışık duygularını, çıkmazdaki bir aşkı anlatıyor. Yine kavuşamamak, istediğini elde edememek var listede. Film Kar Wai'nin en favori iki erkek oyuncusunun seks sahnesi ile başlıyor. Karakterlerimiz yepyeni bir hayata başlamak için Hong Kong'tan kalkıp Arjantin'e gelmişler; Tony Leung'un canlandırdığı karakter daha dingin, sevginin birliktelik olduğuna, sadakatin gerekliliğine inanıyor. Leslie Cheung ise daha uçarı, havai, özgürlüğe inanıyor. İki erkek arasında geçen bir hikayede Kar Wai, eşcinselliğin dışına taşan bir ilişkiyi anlatıyor; her ilişkide olabilecek şeyleri, her aşkın çıkmazlarını, her insanın hissettiklerini. İki sevgili sevişiyor, dans ediyor, kavga ediyor, görmek istedikleri şelaleye giderken yolda kayboluyor, bağırıyor, aynaları kırıyor ayrılıyor, yeniden deniyorlar.

Yazının tamamı için tıklayın...


My Beautiful Laundrette (1985) - Stephen Frears

Filmimiz amcası, küçük bir burjuvayken işlerini büyütmek isteyen Ömer'in amcasının yardımıyla bir çamaşırhane açmasıyla başlıyor. Amcasının küçük ve hırslı bir kapitaliste dönüştürmek istediği Ömer, aynı zamanda amcasına göre kızıyla da evlenecek ve de bir aile şirketi olarak büyüyeceklerdir. Amcasının kızı Tania ise bu Paki ailenin İngiltere'de sürdürmeye çalıştığı geleneklerden, aile değerlerinden sıkılmış ve de cinsel bir özgürlük arayışına girmiştir. Öte yandan Ömer'in eski okul arkadaşı Johnny ile karşılaşır. Johnny'nin sokaklarda dolaşan bir serseri olmasının da etkisi ile Ömer, Johnny'i çamaşırhanede işe alır. Oysa Ömer'in baabsı Johnny'nin bir zamanlar punkçı gençlerle faşizme kaymış olmasını asla kabullenememiştir. Amcası Ömer'i kızı Tania ile yakınlaştırmayı umarken, Ömer ile Johnny arasında farklı bir duyusal bağ oluşur. Eski arkadaşlarının pakistanlı olan Ömer'in işini tehdit etmesi ile de Ömer ve Johnny arasında aynı zamanda gerilimlere açık bir ilişki doğar.

Yazının tamamı için tıklayın...



Penny Dreadful

$
0
0
İsmini aslında 19. Yüzyıl Londra'sında yayınlanan ucuz korku romanlarından alan ama bu bilgiye sahip olmayan ben ve benim gibi izleyicide Eva Green'in Penny isminde 'korkunç' bir karakteri canlandıracağı intibası bırakan Showtime'ın yeni dizisi Penny Dreadful, bence çıtayı giderek yükselttiği harika ilk sezonunu, ikinci sezona geçiş niteliğinde tadından yenmeyen bir sezon finaliyle noktaladı.

Alan Moore'un The League of Extraordinary Gentlemençizgi romanını muhtemelen 2003 yılındaki başarısız sinema uyarlamasından hatırlayacaksınız. Allan Quatermain, Kaptan Nemo, Mina Harker, Dorian Gray, Tom Sawyer ve  Dr. Jekyll / Mr. Hyde gibi İngiliz edebiyatının fantastik karakterlerini bir araya getirip bir anlamda Avengers ya da Justice League benzeri fakat son derece karanlık bir takım oluşturma fikri nereden baksanız pek şenlikliydi. Dizinin yaratıcısı John Logan, Alan Moore'un izinden gittiğini söylese de bunu sadece bir çıkış noktası olarak kullanıyor. Karakterleri bir araya getirme şeklinde de hikayenin kurgulanış biçiminde de herhangi bir öykünme olduğunu söylemek zor. Zaten daha ilk bölümlerden kendine has üslubunu da oturtmayı başarıyor.

1891 yılında, Viktoryen Londra'sındayız. Eski bir kaşif olan Sir Malcolm Murray, kızı Mina Harker'ın (ki kendisi literatürde Dracula'nın dönüştürdüğü vampir bir ablamız oluyor) ortadan kaybolması üzerine kurduğu ufak bir takımla iz peşinde koşuyor. Aralarındaki ilişkinin geçmişini hikaye ilerledikçe öğreneceğimiz gizem dolu Vanessa Ives'ın medyum kimliğiyle iştirak ettiği bu grupta, Amerikan İç Savaşı'ndan kopup gelmiş alkolik silahşör Ethan Chandler, Sir Malcolm'un yaveri olarak görev yapan ne olduğunu pek de çözemediğimiz soğukkanlı Sembene ve meşhur canavarın yaratıcısı Dr. Victor Frankenstein gibi birbirinden müstesna kişilikler bulunuyor. Tüm bunların arasında bir yerde Vanessa'nın bir anlamda flörtü olarak hikayeye gayet başarılı yedirilen Dorian Gray ve Chandler'ın sevgilisi Brona Croft da dahil oluyor. Her bir karakterin çok da fazla açıklanmayan, dizinin gidişatıyla beraber yavaş yavaş öğrendiğimiz geçmiş hikayeleri de başarıyla götürülüyor. Genel anlamda Mina'nın kaybolması üzerine kurulan hikayenin gelecek sezonda Dorian Gray ve portresi, Frankenstein'ın canavarı ve Brona Croft gibi yan karakterler üzerinden farklı yönlere sapması ve yine Mina üzerinden Dracula ile ilgili doyurucu bir öykü anlatması da olası. Malcolm Murray'nin Afrika'daki keşifleri ve ilk bölümde gördüğümüz hiyerogliflerden de güzel şeyler çıkaracaklarını umuyorum.


Penny Dreadful'u bence şu anda yayında olan vampirli, kurtadamlı ve bir ton başka yaratıklı diziden ayıran önemli bir şey var: yarattığı evreni ve karakterlerini ciddiye alıyor, oluşturduğu dünyaya sarılıyor ve macerasına sizi de çekiyor. True Blood gibi ele aldığı vampir külliyatıyla dalga geçen bir Amerikan toplumu alegorisi değil. Ya da korku türü açısından ele alırsak kıyaslayabileceğimiz American Horror Story'nin bilhassa son sezonu Coven gibi korkutmaya ve 'gore' olmaya çalışayım derken gülünç duruma düşmüyor. Tüm fantastikliğine rağmen eğrileriyle doğrularıyla ve acılarıyla son derece gerçek karakterler var karşımızda. Aynı ölçüde gerçekçi 19. yüzyıl panoraması da cabası. Bu noktada özellikle prodüksiyon ekibini kutlamak gerekiyor. Özel efekti dayamak yerine her bir ufak detaya varana kadar düşünülmüş bir set inşa edilmesi seyir zevkini epey arttırıyor. Şahsen Once Upon A Time'ın dandik efektlerinden sonra ilaç gibi geldi. Tüm bunların yanında ara ara diyalogların kalitesiyle kendimden geçtiğimi; bilhassa Vanessa Ives ve Dorian Gray arasındaki cinsel gerilimin/çekimin dile geldiği anlarda zevkten dört köşe olduğumu da söylemem lazım.


Benim Çatı Adayım: Eva Green

Dizi hakkında bir yazı kaleme alıp Eva Green'in adını anmazsak, bu dizide de olduğu gibi, çarpılırız. Dark Shadows, 300: Rise of an Empire gibi orta halli, hatta kimine göre vasat filmleri bile bir üst kademeye taşıyabilen bir kadın. Eva Green'i her daim bir tanrıça olarak gördüğümüz ve çoğu izleyicinin bir Green filminden beklediğinin başka şeyler olduğunu kabul edelim. Burada da ilk bakışta Femme Fatale bir portre çizecek gibi gözükse de John Logan, karakterini çekinmeden uç noktalara sürükleyerek Green'e 'baştan çıkarıcı kadın' kostüm giydirme hatasına düşmüyor. Her daim gördüğümüz Green'den çok uzak ve belki de bu sebeple çok daha başarılı. 'Séance' ve 'Possession' bölümleri bile istediğinde nelere dönüşebileceğinin bir kanıtı. Ülke kursun gidelim yerleşelim. Din kursun katılalım. Aday olsun oy verelim.

Gençliğinde çok canlar yakan, eski James Bond'lardan Timothy Dalton, tüm 'jön' duruşuna rağmen bence hikayedeki ağırbaşlı yaşlı karakter kontenjanını çok iyi dolduruyor. Sert mizaçlı bir 'mentor' olmaktan ziyade kızını bulmak için her şeyi yapmaya göze alan bir baba olarak yansıyor ekrana. Hikayenin merkezinde Vanessa varmış gibi dursa da hiç şüphesiz grubu bir arada tutan kişi de Sir Malcolm.

Geçmişiyle ilgili sis perdesi yavaş yavaş aralanan Ethan Chandler rolünde bildiğiniz üzere popülaritesini 2000'lerin ortasında bir yerlerde bırakan Josh Hartnettvar. Hatta yaşı biraz daha küçük olanlar "Caş Hartnıt kim lan?" bile diyebilirler. Dönemin bir çeşit Twilight Edward'ı olan bu çocukçağızı hiçbir zaman yetenekli görmedim. Nitekim Penny Dreadful'da oynadığı Ethan Chandler da, geçmişiyle ilgili son 2 bölüme kadar pek açık verilmediğinden de olacak, biraz düz oynamaya müsait bir karakter. Bu sebeple çıkış yaptığı fazla sahnesi olmadı ancak 7. bölümün en önemli sahnesindeki müthiş gövde gösterisiyle kadro içindeki rüşdünü ispat etti bana kalırsa.

Gelelim Dr. Frankenstein rolündeki Harry Treadaway'e. Bana göre kendisi bir cevher. Hafiften Ben Whishaw'ı da hatırlatan bir havası var. Duygusal anlamda yoğun olan sahnelerde bilhassa çok başarılı. İleride çok sağlam bir karakter oyuncusu olacağına eminim.

Green, Hartnett, Dalton ve Treadaway dörtlüsünün dizinin başından beri iyi oyunculuk çıkardıklarını düşünmekle birlikte bana kalırsa ilk kez 7. bölümde bir ekip olarak da iyi ve uyumlu olduklarını göstermeyi başardılar. Aslında dizide de karakterlerin birbirlerine kenetlediği ve bir çeşit "aile" oldukları da ilk bölüm. O zamana kadar hepsinin şartlar yüzünden bir arada olmak zorunda kalan bir avuç "ucube" olduğu söylenebilir pekala.

Tüm bunların yanında yardımcı karakterlerimizi ve kayda değer oyunculukları de es geçmeyelim: Frankenstein'ın yaratığı rolünde Rory Kinnear, Dorian Gray olarak güzel bir portre çizen (gönderme de yaptım bak) Reeve Carney, verem hastası Brona Croft rolünde Doctor Who'da en sevdiğimiz companion'lardan Rose'u oynayan Billie Piper, Malcolm'un sessiz sedasız garip uşağı Sembene'i canlandıran Danny Sapani ve Harry Potter'da Narcissa Malfoy olarak bellediğimiz Helen McCrory'den Madam Kali olarak ikinci sezonda daha fazla yararlanacaklarını umuyorum.


Daha önce bir Showtime dizisi izlediyseniz, gerek grafik seks ve kanın gövdeyi götürdüğü şiddet sahnelerine gerekse küfürün gırla gittiği diyaloglara alışkınsınızdır. Bu anlamda İngiltere'nin tüm fantastik edebi külliyatından fazlasıyla beslenen Penny Dreadful'un, Masters of SexCalifornicationDexterThe BorgiasShameless ve The Tudors gibi Showtime dizilerinin peşinden gittiğini söylemek yanlış olmaz. Ancak bu ekolü, adını aldığı korku hikayelerine has bir ucuzlukla sürdürdüğünü söylemek de büyük hata olur. İngilizce'nin tüm edebi olanaklarını sonuna kadar kullanan dönemin diline hakim diyaloglar, hiçbir masraftan kaçınılmayan kaliteli bir prodüksiyon ile birleşince karşımıza korku ve fantezi ögelerini tarihle harmanlayan nefis bir yapım çıkıyor. En azından türe ilginiz varsa Penny Dreadful'a kayıtsız kalmanız büyük hata olur.

Californication

$
0
0
Yedinci ve son sezonuyla geçtiğimiz günlerde ekranlara veda eden Californication, ilk yayınlanmaya başladığında belki de ilgi çekmesinin tek sebebi David Duchovny’in televizyon ekranlarına geri dönüyor olmasıydı. The X-Filesgibi kült bir diziden sonra, tam ters yöne sapıp komedi yapacak olması ilgi çekiciydi. Kendisi bir röportajında bu durumu “Eğer televizyona geri döneceksem bunun bir komediyle olacağına emindim, ama tek sorun nasıl bir komedi olacağıydı” diye açıklıyor. FrasierveSex and the Citygibi ünlü komedilerde konuk oyuncu olarak rol aldığı bu dönemlerde, yapmak istediğinin “temiz bir sit-com” olmadığına emin olmuş. Aynı zamanda ilk sezondan beri yapımcılığını da üstlendiği dizi, gerçekten de “pis komedi” dediğimiz zaman aklınıza gelebilecek her şeyi içeriyor. Köklerini “seks, uyuşturucu ve rock’n roll” temeline bağlamış karakterleri ve Bukowski’nin modern versiyonu sayabileceğimiz Hank Moody’siyle Californication “televizyonun altın-çağında tanıklık ettiğimiz bir komedi” etiketini kesinlikle hakediyor.

Hank Moody ile ilk tanıştığımızda çok ünlü kitaplar kaleme almış fakat sevdiceği Karen ile olan ayrılığı, alkol ve kadın problemleri yüzünden bir tür “writer’s block” içinde olan bir karakterdi. God Hates Us All isimli son kitabı, A Crazy Little Thing Called Love ismi altında filme çekiliyordu (Bu arada biri Slayer albümü ismi, diğeri ise Queen’in çok ünlü bir şarkısının ismidir). Hank bir yandan sevdiği kadının başka bir adamla evlilik sürecine tanık olmakta, diğer yandan ise arada kalmış çocukları Becca’nın gözlerinin önünde bu ilişkiden zarar görmesine seyirci kalmaktaydı. Tabii 16 yaşında bir kızla beraber olmasının üstüne başına açılan “tecavüzcü” damgası da yukarıda saydığım durumlardan hiç birine yardımcı olmayacaktı. Bölüm başına yarım saatlik süresiyle, daha ilk iki bölümünden karşımıza bu kadar sağlam bir kurulumla çıkan dizinin, sadece David Duchovny’nin geri dönüşünü bekleyenlerin değil, tüm kara komedi hayranlarının ilgisini çekmesi uzun sürmedi. Kısa sürede Showtime’ın ünlü draması Dexterın bile reytinglerini ikiye katlamayı beceren yapım, bence daha ilk sezonundan uzun soluklu olacağının sinyallerini vermişti.

Dizinin temelini oluşturan kara komedi tarzı, tabii ki beraberinde büyük tezatlıkları getirmek zorunda. Hank’in kitabının film versiyonuyla isim farkı bile bu kadar bariz bir dengesizlik gösterirken, dizinin karakterlerinin de çok kafaya yatacak işler peşinde olmayacağını tahmin ediyorsunuzdur. Hank’in hem en yakın arkadaşı hem de menajeri Charlie Runkle ile birlikte Los Angeles’ın porno film sektörüne giriyoruz. Kendisi Chinatown’ın porno versiyonu olan Vaginatown’ın yapımcılığını üstlenmekte ve filmdeki bir oyuncuyla karısı Marcy’i aldatmakta. Dizinin yan karakterleri de en az Hank Moody kadar ilgi çekici. Dizinin yaratıcısı Tom Kapinos’un daha önceki tek işi Dawson’s Creek.Ünlü gençlik dramasında yazarlık yapmış olan Kapinos tahminimce Amerikan televizyonun zamanında en popüler olmuş dramalarından birinde çalışarak işin arka planıyla ilgili fazlasıyla bilgi sahibi olmuş. Californication her fırsatta “şov dünyası”na ve Hollywood’a laflar yapıştıran bir yapım. Eğer David Duchovny’e sorarsanız, dizinin yaratıcısı “aynen Hank Moody gibi yazıyor”. Ama ne yazık ki Moody bence fazlasıyla Bukowski ve Chuck Palahniuk çağrıştırıyor. Ona ün kazandıran kitaplarıFucking & Punching, South of Heaven, God Hates Us All, Seasons in the Abbys gibi fazlasıyla yeraltı edebiyatı kokan isimlere sahip. Bu arada yeniden hatırlatmakta fayda var, saydığım isimlerin son üçü ünlü metal grubu Slayer’ın album isimleri.


Gördüğünüz gibi rock n roll kültürüyle olan ilişkisi, Californication'ın en sağlam kozlarından biri. Red Hot Chili Peppers’ın hit şarkısıyla aynı ismi taşıması yüzünden daha ilk sezonundan başına bela bile açılmış hatta. Chili Peppers üyeleriyle davalık olan Tom Kapinos, “californication” teriminin bu şarkıyla ünlü olmuş olabileceğini, ancak daha öncesinde bir Time makalesinde gördüğünü bir şekilde kanıtlamış. Kendisi ise bu terimi  bir araba arkası yazısında gördüğünü ve ilhamını ordan aldığını söylemiş. New York’taki yaşantısını bırakıp California’ya taşınan ana karakterimizin, bu şehirin pisliklerinin içinde yoğrulmasının hikayemiz olduğu düşünülürse, ismini sonuna kadar hakediyor. Diziye konuk olan ünlü rock müzisyenleri arasında Marilyn Manson, Rick Springfield, Sebestian Bach ve Zakk Wylde gibi sağlam isimler var. Manson’ın 6. sezonda “uzun süreli konuk” olarak kendini canlandırdığı performansı oldukça eğlenceliydi.

Dizi her ne kadar komedi unsurlarını grup seks partilerinden, mastürbasyon sahnelerinden ve Hollywood’un arka kapılarında olan bitenlerden alsa da, özünde aslında her zaman Hank ve Karen’ın aşk hikayesinin esas olduğunu biliyor. Bir bakıma her sezonda kaybedilip, yeniden kazanılan bu “esas hatun”, bence yazının başında bahsettiğim tezatlık meselesinin bel kemiğini oluşturuyor. Bu kadar pisliğin döndüğü, nerdeyse kimin kiminle yattığının belli olmadığı bir dizinin ana hikayesini her sezonda başarıyla bu noktada tutabilmek kolay bir iş değil. Bu noktada David Duchovny ve Natasha McElhone’in nefis kimyasını ayakta alkışlamaktan başka bir çaremiz kalmıyor.


Duchovny durumu “kalpleri doğru yerde olmasına rağmen sürekli işleri batıran karakterlerin aşk hikayesini anlatmaya çalıştık” olarak dile getirmiş. Her sezonda şov dünyasının farklı kulvarlarında kendini bulan Hank, bir türlü içinde yaşadığı iş dünyasının, özel hayatını batırmasına karşı koyamıyor. Onu genelde gangster bir rap şarkıcısının sevgilisiyle sevişirken, iktidardan düşmüş bir rock yıldızıyla kokain çekerken ya da en iyi ihtimalle yüksek prodüksiyonlu bir filmin, orgy’e dönüşen partisinde takılırken görüyoruz. Yoldan çıkmaya dünden razı olan bir adamın girmemesi gereken bir işmiş şov dünyası diyor, ve Los Angeles’ın nimetlerini dizi boyunca keşfetmek üzere size bırakıyorum.

Final hakkında birkaç laf etmek gerekirse, açıkçası çok da final gibi değildi. “Ben olsam Hank’i öldürürdüm” demiş Duchovny, bence biraz haklı. Zaten artık önümüze bir loop gibi sunulmuş, sezonlar boyunca devam eden aşk hikayesinin bir şekilde fırlayıp karşımıza çıkacağını tahmin ediyorduk. Komedi dizilerinin genelde açık sonla bittiğini düşünürsek, Californication’ın da kendi tarzı içinde en doğru kapanışı yaptığını söylemek de başka bir bakış açısı olabilir. Sonuç olarak, dizi aslında her sezonunda aynı komediyi tekrar başa sarıp, farklı ortamlarda yapıyor. Bu onu asla kötü yapmıyor, çünkü yazarlar fazlasıyla iyi ve bu tekrar eden döngüyü “sıradan” statüsüne düşmeden yapmayı bir şekilde beceriyorlar. Zaten daha ilk bölümden dizinin içeriğine karşı duruşunuz  belli olacaktır, eğer gülüyorsanız yola devam. Aynı kalitede yedi sezonluk bir kara komedi harikasıyla karşı karşıyasınız.

En İyi 50 Slasher Filmi

$
0
0
Kafayı korku filmleriyle bozmuş olan konuk yazarımız Aytaç Özge Öndeş, üşenmedi En İyi 50 Slasher filmini sizin için seçti. Ne zoru vardı da böyle bir şey yaptı, inanın bilmiyoruz (70 tane yazacaktı, zor tuttuk. Deli midir nedir.) 

Peki kimdir bu deli? Özge, 1981 yılında korku filmlerindeki aptal sarışınlara tepki olarak doğdu. Sinema ve Televizyon üzerine master yaptığından beri de iflah olmadı. İyiKötüFilm.com'da B-movie, fantastik filmler ve Trash korku filmleri üzerine yazılar yazan Özge, aynı zamanda kişisel blogu HighFidelityNotes.com'da da kendi çapında Top 5 listeleri hazırlıyor (doktor ellemeyin yazsın dedi). Daha önce yine bizim için yazdığı 2013'ün En İyi Korku Filmleri listesinin de 60.000'den fazla okunarak blogun en çok hit alan yazısı olduğunu not düşelim.

Total Film'in Top 50 listelerine taş çıkartacak nitelikte dolu dolu bu dosya için Özge'ye çok teşekkür ediyoruz. "Vay efendim şu filmi nasıl koymaz!", "o filmin bu sıralamada bu kadar yüksekte ne işi var?" diye çemkirmek isteyenler kendisine özelden yürüyebilir: @charlottesmtms

Sayfanın aşağılarına, yani ilk sıradaki filmlere yaklaşırken tansiyonunuzun düşmesine ve gözlerinizin kararmasına sebep olmasa iyi liste aslında. Okuyun okuyun, üşenmeyin.


1957 yılının Kasım ayında Amerika, farklı bir sabaha uyandı. Halk, Ed Gein’in işlediği cinayetler karşında şok olmuştu. Onun tüyler ürperten hikâyesi, sinema tarihinde korku janrının alt türlerinden birinin doğmasına neden oldu. Gein’in profilinden esinlenen Alfred Hitchcock’un korku klasiği “Psycho” ve aynı yıl çekilen “Peeping Tom”, slasher filmlerini tetikledi.

Psycho’daki Norman Bates karakterinin bir Ed Gein yorumu olmasının yanında 1974′de Tobe Hooper’in yazıp yönettiği “The Texas Chainsaw Massacre” da ilhâmını Gein’den almıştı. 1978 yılında John Carpenter, slasher başyapıtı Halloween ile türün kodlarını damgaladı. Diğer bir yandan da İtalya’daki giallo filmleri; 70′li yıllarda yükselen slasher ile 80′li yıllardaki teen-slasher akımını etkiledi. 80’ler teen-slasher filmlerinin altın çağını yaşadığı bir dönem oldu. Daha sonra tutan filmlere, devam filmi çekme furyası başladı. Ardından gelen düşüş, seyircinin aynı filmleri izlemekten sıkılmasıyla kaçınılmazdı. Aradan geçen yıllarda slasher filmleri, evrim geçirmeye başladı. A Nightmare on Elm Street’le türe zamanında damgasını vuran Wes Craven, 1996 yılında Scream ile bağıra bağıra çıkageldi.

Slasher külliyatının bir takım kod ve kuralları bulunmaktadır. Tüm filmlerde, bu kodların hepsini bir arada bulamayabilirsiniz. Bununla beraber Scream ve Behind The Mask: The Rise Of Leslie Vernon gibi filmlerde söz konusu kurallar ve nasıl işledikleri, tek tek izleyiciye ders niteliğinde aktarılır. Katil profili, büyük bir travma yaşaması sonucu bu hale gelmiş sıradan bir insan olarak karşımıza çıkmaktadır. Çoğunlukla filmin sonunda ya da en başında gördüğümüz bir arka plan hikâyesi vardır. Bazı slasher filmlerinde ise katil, sebepsizce öldürür. Balta, testere, bıçak, ustura vs gibi kesici aletleri kullanır. Genelde yüzünü saklayan bir maske takar veya filmin sonuna kadar gizemini korur. Filmin çoğunlukla sonunda, katilin yok edildiğini sanmamıza rağmen tekrar canlanması ya da tekrar ortaya çıkması ile kendisine doğa üstü bir güç atfedilir. Slasher filmlerinde mekân, özellikle teen slasher filmlerinde;  gençlik kampı, yurt, lise, üniversite olarak karşımıza çıkabilir. Bunun dışında tekinsiz bir ev veya orman da yine mekân olarak kullanılabilir. Katil, genelde öldürme alışkanlıklarında metodik bir yol izler. Türün filmlerindeki kadın deşen katiller, çoğu zaman Ed Gein’in hayat hikâyesinde ve Psycho’da olduğu gibi “anne issue” darbesinden muzdariptir.

Slasher filmlerinde kötü davranışı cezalandıran bir takım ahlaki kodlar da bulunmaktadır. Bunun için en güzel tanım, slasher filmlerinden birinin içinde saklı. Silent Night Deadly Night’ta Billy’nin dönüştüğü katil Noel Baba, kurbanlarına uslu durup durmadıklarını sorar ve onları cevaba göre avlar. “Naughty/haylaz” dedikten sonra ölüm fermanını imzalar. Bu durum, türün çoğu filminde deneyimleyebileceğimiz bir kodun, sözlü ifadesidir. Slasher türünde cinsel olarak aktif gençlere de pek tahammül yoktur. “Final Girl” ya da “Heroine”öğeleri de slasher filmlerinde karşılaştığımız diğer bir figürdür. Eleştirmen Carol Glover’ın korku terminolojisine kazandırdığı Final Girl terimi, katilden sağ çıkan ve dönüşüm geçiren karakter tipini ifade etmektedir. Final girl, alışıldığı üzere her zaman kadın olmak zorunda değildir. Bazı slasher filmlerinde erkek karakterlerden biri olarak da karşımıza çıkar. Slasher türünde aşırı kanlı ve şiddetin bol olduğu gore öğeler, sıklıkla kullanılmaktadır. Hitchcock’un Psycho’sunda yer alan duş sahnesi de adeta bir kod haline gelerek çoğu slasher filmde duş veya küvet sahnesi olarak yerini almaktadır.

Tom Hanks, Holly Hunter, Johnny Depp, Kevin Bacon, Jennifer Jason Leigh, Matthew McConaughey, Renee Zellwager... Hepsinin daha genç halleriyle slasher filmlerinde karşılaşabilirsiniz. Öte yandan Adam Rockoff’un “Going to Pieces: The Rise and Fall of the Slasher Film” kitabından yola çıkılarak çekilen aynı adlı 2006 yapımı belgesel, türün meraklıları için önerilebilecek bir yapım.

Gelelim slasher türündeki korku filmlerinin öne çıkan yapımlarına... En iyi slasher filmleri için hazırladığım en iyi 50 slasher filmi listesine geçerek sözü daha fazla uzatmıyorum. Listeye başlamadan önce uyaralım; sıralamada yeniden çevrim ve devam filmlerine yer verilmemiştir.

50. Behind The Mask: The Rise Of Leslie Vernon (2006)
Scott Glosserman tarafından yönetilen filmin başrollerini Nathan Baesel, Angela Goethals ve Zelda Rubinstein paylaşırken oyuncular arasında Walking Dead’in Hershel’ı Scot Wilson ve Freddie Kurger olarak hafızalarımıza kazınmış Robert Englund da yer alıyor. Absürd bir konsept üzerine kurulu Behind The Mask: The Rise Of Leslie Vernon, slasher külliyatının kodlarını ve alfabesini izleyiciye tek tek sayıyor. Aynı yıl çekilen Adam Green imzalı Hatchet’ın da yine absürd bir yapı üzerine inşa edilmiş bir yapım olduğunu belirtmek gerek.


49. He Knows You’re Alone (1980)
Armand Mastroianni tarafından yönetilen, Scott Parker tarafından senaryosu yazılan yapımda katil, evlenmek üzere olan genç kızları hedef almaktadır. He Knows You’re Alone, daha sonra Scream 2’nin esinleneceği, sinemada slasher izlerken kim vurduya giden bir açılışla başlar. Çok da efsane olmayan filmin bir diğer ayrıntısı da ormanda koşarken Elliot rolünde Tom Hanks’e rastlayabilmeniz. Filmde rol alan James Rebhorn’un ve Paul Gleason’un, daha genç olduğu zamanları izlemenin de güzel bir deneyim olduğunu belirtmek gerek.


48. Blood Feast (1963)
Britanya’da zamanında yasaklı filmler arasında yer alanan Blood Feast, bilinen en eski “video filmlerinden. “Godfather of Gore” olarak anılan Herschell Gordon Lewis imzalı bu yapım, slasher içinde gore kullanan filmlerin atası niteliğini taşıyor. Blood Feast’te catering servisi yapan Fuad Ramses, tanrıça Ishtar için kurbanı olan kadınlardan bir menü hazırlıyor. Film kötü oyunculuğun tavan yaptığı, sırf bu özelliğiyle işin içine komedi katmak isteyen bir yapım. Provokatif yönetmen John Waters’ın da  oyuncuları arasında bulunduğu Blood Feast 2’de ise bu sefer yemek ziyafeti, düğün seremonisi için servis ediliyor.


47. The Mother’s Day (1980)
Yapımcısı ve yönetmeni Charles Kaufman olan The Mother’s Day, listemizde farklı bir yerde duruyor. Kaufman, daha önce yönetmen Brian De Palma’nın altında çalışarak ondan bir hayli etkilenmiş gözüküyor. Ters köşeye yatıran bir açılışa sahip filmin başrollerini, Tiana Pierce, Nancy Hendrickson, Deborah Luce ve Beatrice Pons paylaşıyor. Anne rolündeki Beatrice Pons’un dört dörtlük bir performans sergilediğini de eklemek gerek.


46. April’s Fools Day (1986) 
Fred Walton tarafından yönetilen filmde Deborah Foreman, Griffin O'Neal ve Clayton Rohner başrolleri paylaşıyor. Bir grup gencin, gelen davet üzerine gittikleri evde tek tek avlanmaları işleniyor. Slasher severlerin bir kısmı tarafından sonu yüzünden taşlanan April’s Fools Day, külliyat içinde izleyiciye değişik bir deneyim sunuyor.


45. The Funhouse (1981)
The Texas Chainsaw Massacre’ın efsanevi yönetmeni Tobe Hooper’ın bir diğer yapımı The Funhouse... Başrollerini Elizabeth Berridge, Shawn Carson ve Jeanne Austin paylaşıyor. Film, eğlence panayırındaki korku tünelinde gece geçiren bir grup gencin yaşadığı terörü peliküle döküyor. Frankenstein kafalı, baba sevgisi çeken mutant katil de gayet başarılı.


44. You’re Next (2011)
“You’re Next”, son yılların en başarılı slasher filmi. Bir aile yemeğinin kabusa dönüşmesini deneyimlediğimiz gerilim düzeyi yüksek bir yapım. Filmin en güzel detaylarından biri de Re-animator ve From Beyond’dan tanıdığımız Barbara Crampton’un anne karakterini canlandırması.


43. Alone In The Dark (1982)
Efsane slasher The Burning’de kurgu görevi alan Jack Sholder, Alone In The Dark’ın yönetmen koltuğunda oturmaktadır. Bundan bir sonraki filmi ise A Nightmare on Elm Street 2: Freddy's Revenge olacaktır. Jack Palance’ın başrolünde olduğu bu kıymeti bilinememiş yapım, çoğu kez slasher kategorisinde değerlendirilmemektedir. Benim değerlendirmem ise slasher olduğu yönünde... Oldukça başarılı bir açılış sahnesine sahip olan film, bazı sahnelerinde Halloween’e öykünüyor. Belli bir yerinden sonra ise You’re Next misali aile bireylerinden oluşan kurbanlar, evde kapana kısılıyor. Elektriklerin kesilmesiyle kovalamaca başlıyor. Yatağın altına ve üstüne dikkat!


42. Hell Night (1981)
Tom DeSimone tarafından yönetilen filmin başrollerinde Vincent Van Patten’i ve The Exorcist’ten tanıdığımız Linda Blair’i kırmızı başlıklı kız tadında görebiliriz. Geceyi tekinsiz bir evde geçirme testine tabi tutulan gençlerin, tek tek indirilmesini deneyimlediğimiz yapımda özellikle ilk kurbanın öldürülme sahnesi dikkat çekiyor. Filme başlamadan önce sesin yüksek olmamasına dikkat edin; kulakları sağır eden bir çığlıkla başlıyor.


41. Madman (1982)
Joe Giannone tarafından yazılıp yönetilen film, türde alışkın olduğumuz kamp ateşi sahnelerinden biriyle açılıyor. Madman Marz’ın hikayesi, kamp yapan gençlere ve izleyiciye aktarılıyor. Candyman’e benzer bir şekilde, ormanda adını fısıldarsanız Madmen Marz sizin peşinize düşüyor. Yapımcısı Gary Sales, aynı zamanda filmin hafızalara kazınan “Madmen Marz” adlı şarkısını da yazmış.


40. Eyes of a Stranger (1981)
Existenz  ve The Machinist gibi filmlerden aşina olduğımuz Jennifer Jason Leigh’in erken dönem oyunculuk kariyerindeki ilk sinema filmi. Ken Wiederhorn tarafından yönetilen film, başka bir slasher yapımı When a Stranger Calls’ın başındaki gibi bir telefon sahnesi ile açılıyor. Psikopat bir katilin, kadınlara işkence ederek öldürmesini konu alan filmde gore öğeler oldukça mevcut. Gore dediğimizde haliyle makyaj ustası Tom Savini’nin de filmdeki katkısını söylemek gerek.


39. Tourist Trap (1979)
David Schmoeller tarafından yönetilen filmin başrollerinde Chuck Connors, Jocelyn Jones ve Jon Van Ness yer alıyor. 1953 yapımı House of Wax’a benzerliğiyle dikkat çeken Tourist Trap’ta bir grup genç, yolculukları sırasında tuzağa düşerek kapana kısılıyorlar. Cansız mankenlerle (veya canlı) etrafı sarılmış gençler, daha ne olduğunu anlamadan birer av haline dönüşüyor. Film, ayrıca havalanarak öldürme yeteneğine sahip bir boruya sahip.


38. Motel Hell (1980)
Kevin Connor tarafından yönetilen bu slasher filmde Rory Calhoun, Paul Linke ve Nancy Parsons başrolleri paylaşıyor. Otel işletmecisi ve çiftçi olan iki kardeşin, çok beğenilen et ürünlerinin sırrı üzerine kurulu bir slasher. Filmin en önemli ayrıntılarından biri, katilin cinayetleri işlerken giydiği domuz kafası... Öyle ki bir domuz kafası ve bilinmeyenlerle dolu bir gizli bahçe bu kadar ürkütücü olabilir.


37. The Slumber Party Massacre (1982)
Amy Holden Jones tarafından yönetilen “The Slumber Party Massacre”,  80′lerin en önemli slasher filmleri arasında yer alıyor. Hem senaryosu hem de yönetmenliği kadın elinden çıkma bu yapımda, evde pijama partisi veren gençlerin peşine matkaplı bir katil düşüyor. Ölü pizzacının sırtından pizza yeme teşebbüsü ve matkaplanmış Barbie unsurları da filmin enteresan detaylarıdır


36. The House On Sorority Row (1983) 
Mark Rosman tarafından yönetilen The House On Sorority Row, türün önemli kült örneklerinden. Klasikleşmiş bir slasher olan filmin başrollerinde Harley Jane Kozak, Kate McNeil ve Eileen Davidson yer alıyor. Filmde, yurtta kalan kızların şaka yapayım derken göz çıkarmaları yüzünden peşlerine bir seri katil takılıyor ve olaylar hâliyle gelişiyor.


35. Tenebre (1982)
Dario Argento imzalı Tenebre, çekimleriyle öne çıkan klasik bir giallo filmi. Filmde kadınları usturayla deşen katil, kurbanlarının ağzına hedefindeki yazarın romanı olan “Tenebre”nin sayfalarını sıkıştırır. Dikkat! Katilin sesi, oldukça sinir bozucudur.


34. Terror Train (1980)
Daha önce Sam Peckinpah’ın  Pat Garrett and Billy the Kid, Straw Dogs gibi filmlerinde montaj masasına oturan Roger Spottiswoode’ın yönetmenliğe adım attığı ve deneme atışları yaptığı bir film Terror Train… Dehşet treninde yolculuk eden partici tıp öğrencilerinin, yılbaşı arifeside başına gelenleri anlatan filmde “sihirbaz” rolünde körpe David Koperfield’ı görmek de güzel bir deneyim. Slasher kraliçesi Jamie Lee Curtis ise final girl olarak her zamanki yerini alıyor. Terror Train, slasher türünün başarılı  ve kıymeti pek fazla bilinmeyen örneklerinden…


33. When a  Stranger Calls  (1979) 
Fred Walton  tarafından yönetilen filmin başrollerinde Carol Kane ve Charles Durning yer alıyor. Wes Craven’ın Scream’deki açılış sahnesi, diğer bir slasher film Black Christmas’la harmanlanmış bir şekilde bu yapımdan ilham alıyor. Filmimiz bir çocuk bakıcısının, telefonla sürekli aranarak rahatsız edilmesi çerçevesinde ilerlemeye başlıyor. Telefondaki sesin sürekli arayıp “çocukları kontrol ettin mi” sorusundan ziyade bakıcımızın o kadar telefon alıp çocukları kontrol etmeye gitmemesi daha sinir bozucudur. Curt Duncan rolündeki Tony Beckley ise rolünün hakkını sonuna kadar veriyor.


32. Silent Night Deadly Night (1984)
Charles E. Sellier, Jr.  tarafından yönetilen film, fragmanıyla çocukların Noel Baba algısını etkilediğini savunan aileler tarafından tepki görmüştür. Robert Brian Wilson’ın canlandırdığı Billy karakteri, yaşadığı travmanın tetiklenmesi sonucu slasher tarihinde kült bir Noel Baba figürüne dönüşür. Yazının başında da belirttiğim gibi “Naughty!”(haylaz) ve ardından gelen “Punish!”(cezalandır) sözleri, kulaklarımızda çınlamaktadır. Geyik boynuzlarıyla ilgili sahne, filme damgasını vurmuştur.


31. Lo Squartatore di New York/ New York Ripper (1982)
Gore ustası Lucio Fulci’nin zombi filmlerini izlemeye alışkınız. Ancak, yönetmenin filmografisinde New York Ripper, farklı bir yerde duruyor. Bir katilin, gore öğelerinin fazlaca kullanıldığı hikâyesini aktarıyor. Gore öğelerden rahatsızlık duyanlara kesinlikle tavsiye edilmeyecek bir yapım. Zira merhum Fulci, gore sever. Filmin açılışındaki köpek sahnesine dikkat!


30. Scream (1996)
Wes Craven hakkında ne desem boş... Slasher külliyatında yaratıcı bir makine gibi çalışan en iyi yönetmenlerden. “Bir türün devri kapandı” derken Scream ile çıka gelip slasher filmlerin yükselişe geçmesini sağlamıştır. Favori sahnem doğal olarak Drew Barrymore’u barındıran açılış sahnesi; “Do you like scary movies?”


29. SAW (2004)
SAW, James Wan imzalı artık kült mertebesine ulaşmış bir korku filmi. Bunun yanı sıra gore öğelerini akıllıca kullanan bir slasher örneği. Devam filmlerinden her ne kadar bıktırsa da ilk filmin yarattığı etki, tartışılmaz türden…


28. Haute Tension (2003)
İşte 2000’li yıllarda çekilen slasher filmlerinin kanlı canlı en iyi örneklerinden biri. Alexander Aja yönetmenliğindeki Haute Tension için “ilaç gibi” tabirini kullansam yeridir. Klasiklere saygımdan ötürü, kendisini daha üst sıralara taşıyamamaktan da üzüntü duymaktayım...


27. Alice Sweet Alice (1976)
Alfred Sole tarafından yönetilen filmin başrollerinde Linda Miller, Mildred Clinton ve Paula Sheppard yer alıyor. Slasher türünün güzel örneklerinden biri olan film, ailesi boşanmış yeni yetme Alice’in etrafında geçiyor. Alice’in kız kardeşi rolünde ise  Brooke Shields ile karşılaşıyoruz. Sarı yağmurluk ve maske, filmin en akılda kalan detayları... Ayrıca Alice rolünde Paula Sheppard’ı da oldukça başarılı bulduğumu söylemeliyim.


26. The Stepfather (1987)
Joseph Ruben imzalı film, Lost’ta John Locke olarak bildiğimiz Terry O'Quinn’i başrolüne taşıyor. Takıntılı bir aile babası rolünde gerçekten harikalar yaratıyor. Kıymeti pek fazla bilinememiş bu yapım, O'Quinn’in performansının da etkisiyle en başarılı slasherlar arasında yer alıyor.


25. Prom Night (1980)
Prom Night, başrollerini Jamie Lee Curtis ve Leslie Nielsen'ın paylaştığı Paul Lynch imzalı enfes bir slasher. Filmin açılış sahnesinde, terkedilmiş bir binada saklambaç oynayan çocukların söyledikleri “killer’s gonna get you/ katil seni yakalayacak” repliği oldukça etkileyicidir.


24. Child’s Play (1988)
Belirli bir jenerasyonun çocukluğunu karartan Chucky’den bahsetmeye pek gerek kalmadığını düşünüyorum…


23. Candyman (1992)
Bernard Rose tarafından yönetilen, öyküsü efsanevi Hellraiser’ın yazarı ve yönetmeni Clive Barker tarafından yazılmış bu yapım, çocukluğumuza damga vurmuş diğer bir kült film... Tony Todd, Virginia Madsen ve Xander Berkeley’in başrollerini paylaştığı Candyman, kancalı bir seri katilin kurbanları üzerinde terör estirmesi üzerine kuruludur. Ayna karşısında adını 5 kez tekrar etmek, pek tavsiye edilmez.


22. Happy Birthday to Me (1981)
Çoğu slasher hayranının aksine benim en sevdiğim slasher yapımlarından biridir Happy Birthday to Me… Başrollerini Melissa Sue Anderson ve Glenn Ford'ın paylaştığı J. Lee Thompson imzalı filmin en önemli sahnesi, sessizce kutlanan doğum günü partisidir.


21. The Prowler (1981)
Joseph Zito imzasını taşıyan The Prowler, korku ve gerilim üzerine kurulan başarılı bir slasher filmi. Gore öğeleri kullanmaktan hiç çekinmeyen filmde, asker üniformalı bir katilin saçtığı dehşet perdeye yansıtılıyor.


20. Curtains (1983)
İşte türün değeri çok bilinmeyen, “underrated”  olarak tanımlanabilecek bir filmi Curtains... Richard Ciupka tarafından yönetilen John Vernon, Samantha Eggar, Linda Thorson ve Lynne Griffin’in başrollerini paylaştığı gerçekten slasher türünde izlenebilecek en iyi örneklerden biri. Yapımda bir yönetmenin yeni filmindeki Audra rolü için düzenlediği seçmeler çerçevesinde gelişen kanlı olaylar anlatılır. Buz pateni sahnesine dikkat!


19. Pieces (1982)
Juan Piquer Simon tarafından yönetilen filmde Christopher George, Linda Day, Frank Brana, Edmund Purdom, Paul L. Smith ve Ian Sera rol alıyor. Slasher türünün yanında istismar sinemasına da giren Pieces’in en dikkat çeken sahnelerinden biri, su yatağının üzerinde geçiyor. Ayrıca açılış sahnesini de es geçmeyelim!


18. Deliria/ Stage Fright (1987)
Michele Soavi imzalı filmin senaristi  İtalyan korku sinemasının önemli isimlerinde George Eastman. Film, baykuş maskeli bir katili konu alan müzikal provalarının yapıldığı bir tiyatro sahnesinde geçer. Oyun, hastaneden kaçan bir psikopatın içeri sızmasıyla gerçek olmaya başlar. Final girl Alicia ile resmen özdeşleşir, izlerken diken üzerinde oturursunuz.


17. Sei donne per l'assassino/ Blood & Black Lace (1964)
Mario Bava’nın senaryosunu yazıp yönetmen koltuğunda oturduğu klasik bir giallo. Mankenlerin , bir seri katil tarafından öldürüldüğü hikâye çerçevesinde ilerliyor. Bava’nın moda ve güzellik kavramlarının içini deştiği barok setiyle etkileyici filmi, giallo severlerin kaçırmaması gereken bir yapım.


16. I corpi presentano tracce di violenza carnale/ Torso (1973)
Torso, Sergio Martino’nun yönetmenliğini yaptığı kült bir giallo yapımı. Sinematografisi ve etkileyici atmosferiyle dikkat çeken filmin başrollerinde Suzy Kendall, Tina Aumont ve Luc Merenda yer alıyor. Sanat tarihinden ilham alan Torso, kampüste işlenen cinayetleri konu alıyor.


15. Maniac (1980)
Slasher külliyatının “Taxi Driver”ı olarak hafızalara kazınan “Maniac”, 1980 yapımı kült bir William Lusting filmi. Seri katil Frank Zito’yu aynı zamanda senaryoyu da yazan Joe Spinell canlandırıyor. Kurbanların kafa derilerini soyarak saçlarını cansız mankenlerde sergilemesi, filmin en öne çıkan öğelerinden. “Yeniden çevrimlere listede yer vermeyeceğim” dedim ama Franck Khalfoun’un 2012 yapımı Maniac’taki remake sanatı, bu listenin üst sıralarına adını yazdıracak nitelikte...


14. Shiryô no wana/ Evil Dead Trap (1988)
Toshiharu Ikeda’nın imzasını taşıyan, izlemek için biraz mide isteyen bir Japon slasher/ korku filmi. Televizyonda program yapan Nami’ye bir izleyicisi tarafından çekilmiş snuff bir film gelir. Beraber çalıştığı ekibiyle snuff filmin mekanı olan fabrikaya gitmesinin ardından gore öğelerden oldukça nasibini almış bir kabus başlar. Lucio Fulci, Dario Argento ve David Cronenberg’in Japon karışımı olan, rahatsız bir yapım. Önceden uyaralım…


13. My Bloody Valentine (1981)
My Bloody Valentine, slasher filmleri arasında çok özel bir yere sahip olan yapımdır. George Mihalka’nın imzasını taşıyan filmde küçük bir madenci kasabası, 20 yıldır kutlanmayan Sevgililer Günü partisine hazırlanmaktadır. En son düzenlenen parti esnasında madende bir kaza meydana gelmesiyle pek çok madenci yaşamını yitirir. Aradan 20 yıl geçer ve madenci kılığındaki bir katil, Sevgililer Günü’nde ortaya çıkarak dehşet saçar. Yapımın, müzikte shoegaze favorilerimden My Bloody Valentine’a ismini vermesi de başka bir güzelliğidir.


12. Sleepaway Camp (1983)
Sleepaway Camp, 80′li yılların teen slasher filmlerinin dönüm noktalarından biridir. Robert Hiltzik’in yazıp yönettiği  bu kült yapım, “Sleepaway Camp” serisinin ve Angela Baker efsanesinin başlangıcıdır. Gençliğin eğlence merkezi olan slasher rezidanslarından olan kamp alanı, bu filmde de yine  kan gölüne döner. Filmin finali ise unutulmaz bir sona imza atar. Ayrıca bu film, bize saç maşasından uzak durulması gerektiğini öğretmiştir.


11. The Burning (1981)
Tony Maylam imzası taşıyan The Burning, İngiltere’de uzun yıllar yasaklılar listesinde yer alan “video nasty” kategorisinde bir slasher filmi. Filmde, yaz kampında yapılan bir şakanın sonuçları çok ağır olur ve yıllar sonra alınacak olan intikam konu edilir. The Burning’de intikam, bahçıvan makasıyla alınır. Makyaj üstadı Tom Savini de filmde iş başındadır. Ayrıca Seinfeld’de George Costanza rolüyle gönlümüze taht kuran Jason Alexander’ı da filmde eğlenceli halleriyle görmek mümkün. Hatta Seinfeld’in 172’nci bölümünün ismi de filmden esinlenerek “The Burning”dir.


10. Dressed To Kill (1980)
Dressed To Kill, genel olarak polisiye- gerilim filmi olarak bilinir. Benim görüşüm ise slasher kategorisinde de değerlendirilmesi gerektiğidir. Kişisel sinema tarihimde Brian De Palma, en sevdiğim yönetmenler arasında yer almaktadır. De Palma’nın bu başyapıtı, müze sahnesiyle sinema tarihine adını yazdırmıştır. Kadın kıyafeti giyerek cinayet işleyen bir katili takip ettiğimiz anlar ise hayatınızda bir defa yaşayabileceğimiz bir deneyim. Michael Caine’in filmdeki başarılı performansını da unutmak mümkün değil.


9. Black Christmas (1974)
Black Christmas, slasher türünün doğru düzgün kanlı sahne bile göstermeden korkutucu olmayı başarmış yegâne filmlerinden biri. Filmin yönetmenliğini Bob Clark üstlenirken senaryo, Roy Moore imzası taşımaktadır. Noel arifesinde bir telefon sapığı, yurttaki kızlara musallat olmaya başlar. İlk kurban Clare ile başlayan bu gerilimli serüven, slasher severlerin gönlünde ayrı bir yerde durmaktadır.


8. Reazione a catena/A Bay of Blood (1971)
Mario Bava’nın yönetmenliğindeki A Bay of Blood, diğer ismiyle Twitch of the Death Nerve, şok edici bir slasher filmidir. Sürekli izleyiciyi ters köşeye yatırmasıyla bilinir. Sean S. Cunningham’ın 1980 yapımı Friday the 13th adlı filminde olduğu gibi güzel bir koyda geçmektedir. Açılış sahnesi ise unutulmazdır.


7.  The Texas Chain Saw Massacre (1974)
Zannediyorum Tobe Hooper tarafından çekilen yapımın başlangıç sözleri, film hakkındaki her şeyi özetlemektedir; “İzlemek üzere olduğunuz film 5 gencin ama özellikle Sally Hardesty ve sakat Franklin’in başına gelen bir trajedirir. Onların genç olmaları, çok daha trajiktir. Ama çok daha uzun hayatlar yaşamış olsalardı bile o gün gördükleri dehşeti ve çılgınlığı ne beklerlerdi ne de bunu isterlerdi…Sakin bir yaz öğleden sonrası onlar için bir kâbusa dönüşür. O günün olayları, Amerikan tarihinde en tuhaf suçlardan birinin keşfine neden oldu. Teksas Elektirikli Testere Katliamı…”


6. A Nightmare on Elm Street (1984)
Yine çocukluğumuzu yiyip bitiren bir filmle karşı karşıyayız. Türün en önemli yönetmenlerinden Wes Craven’ın uykuda ölen insan haberlerinden ilham alarak çektiği yapım, korku filmlerinin de en önemli filmlerinden. Elm Sokağı sakinlerinin rüyalarına dadanıp, kabuslarını gerçeğe dönüştüren Freddy Krueger’ı unutmak pek mümkün değil. Freddy, adeta yüzlerce psikopatın bir arada vücut bulmuş hali.


5. Profondo rosso/ Deep Red  (1975)
Zannediyorun söz Dario Argento’ya gelince akan sular duruyor. Yönetmenliğini giallonun kralı Argento’nun yaptığı, başrollerini David Hemmings, Macha Méril ve Daria Nicolodi’nin paylaştığı bu özel film, listemizde yer alan en önemli başyapıtlardan… Gore öğelerini oldukça akıllıca kullanan Argento, en önemli filmlerinden Suspiria gibi ve farklı bir şekilde burada da dehşetin sınırlarını zorluyor. David Hemmings, Michelangelo Antonioni’nin 1966 yapımı Blow-Up filmindeki rolünü andıran bir şekilde cinayetin görgü tanığı olarak katilin izinden gidiyor. Bütün bu arama sürecinde bize de muhteşem bir film seyretmek düşüyor.


4. Friday the 13th (1980)
Sean S. Cunningham tarafından çekilmiş, 80’lerin en efsane teen slasher filmiyle karşı karşıyayız. Camp Crystal Lake, esrarengiz cinayetler sonucu kapanmış bir gençlik kampıdır. Kampın tekrar açılmasıyla buraya gelen gençler, sırayla cinayete kurban gider. Daha sonra devam filmleriyle her seferinde geri dönecek olan Jason’la bizi tanıştıran filmde zihnimize kazınan bir ses duyarız ki akıllara zarardır; "ki ki ki, ma ma ma"


3. Peeping Tom (1960)
Michael Powell’ın Peeping Tom adlı başyapıtı, slasher janrını etkileyen bir film olsa da kişisel görüşüm nedeniyle bu listenin tepelerinde oturmayı hak ediyor. Çocukluğunda babası tarafından korku dolu anları kameraya alınan Mark (Karlheinz Böhm), gençlik çağlarında kadınları öldüren bir katile dönüşür. Kurbanlarının ölürken yaşadıkları her anı kamerasıyla kaydeden Mark’ın röntgenciliği, aslında sinemanın tam olarak kendisine de denk düşmektedir. Karlheinz Böhm’ün oyunculuğu, gerçekten çok başarılıdır.


2. Psycho (1960)
Sinema tarihinin en önemli korku filmlerinden biri olan Psycho, slasher filmlerinin önünü açan efsane bir film. Alfred Hitchcock’un bu önemli sanat eseri, duş sahnesi ve Norman Bates’in izleyiciye dikilmiş gözleri, yorum yapmaya gerek bile bırakmıyor.


1. Halloween (1978)
Listemizin bir numarası şaşırtmıyor. Tüm zamanların en iyi slasher filmi, kendi efsanesini yaratan Halloween. Michael Myers’ın Cadılar Bayramı’nda etrafa saçtığı dehşeti kim unutabilir ya da  Laurie Strode rolünde Jamie Lee Curtis’i ve hatta Carpenter’ın kendisinin filme döşediği o unutulmaz müziği… John Carpenter, öyle bir film çekiyor ki hem türde kuralları koyuyor hem de slasherların efendisini sinema tarihine kazıyor.


66. Emmy Adayları

$
0
0
Televizyon'un Oscar'ı olarak kabul edilen Emmy ödüllerinde bu yıl yarışacak olan diziler ve televizyon yapımları adayları belli oldu.

Ödü töreni 25 Ağustos Pazartesi günü yapılacak ve törenin bu yılki sunucusu komedyen Seth Meyers.

Ana dallardaki adaylar şu şekilde;






EN İYİ DİZİ (Drama)

1. Breaking Bad
2. True Detective
3. Game of Thrones
4. House of Cards
5. Downton Abbey
6. Mad Men

EN İYİ ERKEK OYUNCU (Drama)

1. Bryan Cranston | Breaking Bad
2. Matthew McConaughey | True Detective
3. Kevin Spacey | House of Cards
4. Jon Hamm | Mad Men
5. Woody Harrelson | True Detective
6. Jeff Daniels | The Newsroom

EN İYİ KADIN OYUNCU (Drama)

1. Julianna Margulies | The Good Wife
2. Robin Wright | House of Cards
3. Claire Danes | Homeland
4. Kerry Washington | Scandal
5. Michelle Dockery | Downton Abbey
6. Lizzy Caplan | Masters of Sex

EN İYİ DİZİ (Komedi)

1. Modern Family
2. Veep
3. Orange Is the New Black
4. The Big Bang Theory
5. Louie
6. Silicon Valley

EN İYİ ERKEK OYUNCU (Komedi)

1. Louis C.K. | Louie
2. Jim Parsons | The Big Bang Theory
3. Ricky Gervais | Derek
4. Don Cheadle | House of Lies
5. Matt LeBlanc | Episodes
6. William H. Macy | Shameless

EN İYİ KADIN OYUNCU (Komedi)

1. Julia Louis-Dreyfus | Veep
2. Amy Poehler | Parks and Recreation
3. Taylor Schilling | Orange Is the New Black
4. Lena Dunham | Girls
5. Edie Falco | Nurse Jackie
6. Melissa McCarthy | Mike & Molly

EN İYİ MİNİ DİZİ

1. American Horror Story: Coven (FX)
2. Bonnie & Clyde
3. Fargo (FX)
4. Luther (BBC America)
5. Treme (HBO)
6. The White Queen (Starz)

EN İYİ TV FİLMİ

1. The Normal Heart (HBO)
2. Sherlock: His Last Vow (PBS)
3. Killing Kennedy (National Geographic)
4. Muhammad Ali’s Greatest Fight (HBO)
5. The Trip to Bountiful (Lifetime)

EN İYİ ERKEK OYUNCU (Mini Dizi & TV Filmi)

1. Billy Bob Thornton | Fargo (FX)
2. Mark Ruffalo | The Normal Heart (HBO)
3. Benedict Cumberbatch | Sherlock: His Last Vow (PBS)
4. Chiwetel Ejiofor | Dancing on the Edge (Starz)
5. Idris Elba | Luther (BBC America)
6. Martin Freeman | Fargo (FX)

EN İYİ KADIN OYUNCU (Mini Dizi & TV Filmi)

1. Helena Bonham Carter | Burton & Taylor
2. Minnie Driver | Return to Zero
3. Jessica Lange | American Horror Story: Coven
4. Sarah Paulson | American Horror Story: Coven
5. Cicely Tyson | The Trip to Bountiful
6. Kristen Wiig | The Spoils of Babylon

Kış Uykusu

$
0
0
Bu yıl Cannes’da, Altın Palmiye ödülünü evine götüren Nuri Bilge Ceylan’ın yedinci uzun metrajlı filmi Kış Uykusu.Üç buçuk saatlik göz korkutan süresiyle, koskoca jüri başkanı Jane Campion’ı bile “tuvalet molası yok muydu ya?” hissiyatına düşürmeyi başarmış olsa da, tahminlerinizin aksine izlemesi hiç de zor bir film değil. Tam tersine, Nuri Bilge Ceylan filmografisinin en tempolu ve akıcı filmi diyebiliriz. Bunun en büyük sebepleri bol diyaloglu senaryosu ve başarılarını oturup tartışmaya bile bulaşmayacağım oyunculukları  gibi gözüküyor, ama filmin zekice yapılmış kurgusu da bence bu hissiyatı vermekte büyük önem taşıyor. İlk kurgusunda süresi dört buçuk saati geçen film (ki Ceylan bu versiyonda bile sahneleri yeterince kısaltmış olduğunu düşünmüş), en sonunda belli ki fazlasıyla kırpılarak karşımıza gelmiş durumda. Bu “fazla kırpma” meselesinin filmden götürdüğü şeyler olduğunu hissetmemek ne yazık ki mümkün olmuyor. Film bittiğinde, her ne kadar üç saatten fazla süredir sinema salonunda oturuyor olsanız bile, daha izlenecek bir şeyler kaldığı hissiyatı üzerinizden gitmiyor.

Bir Zamanlar Anadolu’da da hikayelerinden yararlandığını bildiğimiz yönetmen, temel metin olarak Çehov’un Karım ve İyi İnsanlaröykülerini kendine almış. Film, Kapadokya’da bir otelde yaşayan eski aktör Aydın’ın (Haluk Bilginer) etrafında şekilleniyor. Ufak bir yerel gazetede köşe yazıları yazmakta olan Aydın, bir yandan da “Türk Tiyatrosunun Tarihi” isimli kitabına konsantre olmaya çalışıyor. Kendinden yaşça küçük karısı Nihal (Melisa Sözen) ve kocasından ayrılıp otele yerleşmiş olan kız kardeşi Necla (Demet Akbağ) gibi ikisi de birbirinden farklı ve aynı zamanda birbirlerini çekemeyen kadın karakterler arasında sıkışmış bir hayat yaşıyor Aydın. Genç karısı Nihal, belli ki onunla sadece varlığı için evlenmiş ve şimdi de gitmek isteyen, fakat giderse kendi başına hiç bir şey beceremeyeceğini de bilen bir kadın figürü çiziyor. Aydın’ın onun üzerindeki ezici üstünlüğünü çok iyi bilse de, bir şekilde hep onu karşısına alıp ne kadar da kötü bir insan olduğunu yüzüne vurma isteğiyle yanıp tutuşuyor. Diğer tarafta kız kardeşi Necla karakteriyse,  Aydın’ın sanat görüşünü eleştirmek gibi vahim bir hataya düşebilecek kadar kendini onunla eşit görüyor. Aydın’ı “okuyuculara kendini sevdirmeye çalışmak” la suçlamak, böylesi bir egoya sahip bir adama söylenecek son şeylerden biri olsa gerek. Necla, Aydın’ın ona verdiği cevaba göre onu seven herkesi kendinden uzaklaştırmayı başarmış ve sonunda yapayalnız kalmayı başarmış bir kadın. Bazen gidip, hiç bir suçu olmamasına rağmen, kocasından özür dilese tekrar birleşip birleşmeyeceklerini düşünecek kadar yalnızlık kafasını karıştırmış. Şu ana kadar karakterler hakkında anlattıklarımı bir noktada birleştirirsek, aslında herkes yalnız. Öykümüz ise yalnızlıkları yüzünden bir kere bile kendilerini değil, hep birbirlerini suçlamış karakterlerin büyük çatışmasını gözler önüne seriyor.

Filmin Aydın ve Nihal arasındaki hikayesi temellerini Karımöyküsünden alıyor fakat Necla karakteri başlı başına İyi İnsanlaröyküsündeki Vera Semyonovna karakterinden geliyor. Öyküde bahsedilen ve filmin içindeki en uzun diyaloglardan birine sebep olmuş “kötülüğe karşılık vermeme” felsefesi, Necla gibi eski hayatına geri dönebilmek için umutsuzca sebepler arayan bir karaktere çok iyi oturtulmuş. Aydın’ın bir türlü bir çerçeveye oturtamadığı bu felsefe, Necla ve Nihal tarafından tartışıldığında çok iyi anlaşılmış gibi duruyor.  Bu coğrafyada Aydın gibi bir erkeğin asla bu felsefeyi benimsemek gibi bir derdi olmayacağının göstergesi bu. Necla’nın Aydın’a açıklaması fazlasıyla uzun sürdüğünü harikulade bir kurgu numarasıyla anladığımız mevzu, Nihal’e anlatıldığında gayet tanıdık tınlıyor. İki kadının da hayatlarında kendilerine yapılan kötülüklere karşılık vermemekle ya da isteseler de verememekle ilgili sorunları olduğu zaten film ilerledikçe iyice kavradığımız bir durum. Nihal’in bu kötülüklere karşı bir duruşu yok diyemeyiz, ama bu duruşunun ona kazandırdığı bir şey olmadığı da gün gibi ortada diye düşünüyorum.


Filmin “erkek tarafı” ise biraz daha kalabalık. Aydın’ın belalı kiracısı İsmail (Nejat İşler) ve onun kardeşi imam Hamdi (Serhat Mustafa Kılıç), hikayemizin “taşra” kısmını oluşturuyor. Evine icra gelen, oğlunun önünde polislerden dayak yiyerek içere atılan İsmail, hapisten yeni çıkmış olduğu için kirayı bir türlü denkleştirip ödeyemiyor. Oğlu İlyas ise (Emirhan Doruktutan), babasının başına gelenlerin intikamını kovalayacak kadar cesur bir çocuk. Aydın’ın arabasını taşlayarak camını aşağı indiren İlyas, “taşra-merkez” arasındaki ilk saldırı hareketini yapmış oluyor. İmam Hamdi karakteri, Aydın ve İsmail arasındaki gerginlikte en mantıklı davranmaya çalışan taraf. Bir yandan İsmail’I sakin tutmaya çalışıyor, diğer yandan da Aydın’ın artık sinirini bozmaya başlayan ziyaretleriyle durumularını ona açıklamaya çalışıyor. Fakat Aydın’ın ona cevabı belli. Bu işlerle avukatlarının ve oteldeki yardımcısı Hidayet’in ilgilendiğini söylüyor. İcra kararının onun gönderdiği bir şey değil, avukatların otomatik olarak yaptığı bir durum olduğunu söylüyor. Tabii ki hepimiz bir telefonla bile Aydın’ın duruma el atabileceğinin çok iyi farkındayız, ama belli ki Aydın bu adamlardan rahatsız oluyor. O kadar rahatsız oluyor ki, din adamlarının bu ülkenin örnek insanları olması gerekirken, nasıl kültürsüz ve bakımsız insanlar olduklarını anlatan bir köşe yazısı kaleme alıyor. Taraflar arasında süregelecek bu “soğuk savaş”, Nuri Bilge Ceylan filmografisinin en temel dertlerinden biri olma geleneğini sürdürmeye devam ediyor.

Film hakkında anlatılıp duran en önemli konulardan biri yazının başında da bahsettiğim uzun diyalogları. Nuri Bilge Ceylan filmleri gittikçe daha çok diyaloglu olmaya başlıyordu zaten, ama bu filmde tavan yaptığı doğrudur. Bence diyaloglu olma ya da olmama meselesi tamamen elinizdeki öyküyle alakalı ve yönetmen de bunun çok iyi farkında. Diyalogsuz anlatılabilecek bir dert değil bu sefer bahsedeceği. Maksat karakterleri konuşturmak olsaydı, daha önceki filmlerinde de pekala konuşturabileceğini düşünüyorum. Fakat asıl olay, konuşması bir işe yarayacak karakterler yaratmakta. Bu açıdan bakınca, bu kadar edebi metinin birleşmesi üzerine doğan senaryo üzerinde çok ince çalışılmış. Ufak esprilerle kurtarılan uzun tiradlar bol bol karşımıza çıkıyor film boyunca. Sadece Çehov değil, Dostoyevski ve Shakespeare’den de bol bol laflar eden karakterler var karşımızda. Hadi Haluk Bilginer ne söylese zaten inanıyorsunuz da, diğer karakterlere, hele ki filmin “taşra” kısmına bunu yedirebilmek hiç de kolay bir iş değil. Film baştan sona büyük laflar eden diyaloglarla bezeli. Hele ki süresi 20 dakikaya yaklaşan bir Haluk Bilginer ve Demet Akbağ kapışması var ki, bir oda içerisinde iki karakterin hiç bir aksiyona girmeden bu derece sizi kendilerine bağlamaları ayakta alkışlanmayı hakediyor.  Filmin senaryosunu, diğer filmlerinde olduğu gibi karısı Ebru Ceylan ile kaleme almış yönetmen. Durum öykülerinin babası sayılan Çehov’un hikayelerindeki uzun iç düşünce ve betimlemeleri, iç ses kullanma basitliğine kaçmayıp özenle diyaloglara yedirmişler. Bir dizi kendi ateşi çevresindeki tüm yaşamı yok eden diyalogla karşı karşıyayız. Biriyle saatlerce tartışıp da zamanın nasıl geçtiğini anlamadığınız anlar olur ya, işte filmin diyalogları tam da bu “an”ları yakalamaya çalışıyor.

Bu kadar fazla diyalog olması sebebiyle eski filmlerindeki büyüleyici uzak çekimlerin yerini uzun plan-karşı plan çalışmalarına bıraktığı bir sinematografiyle karşı karşıyayız. Artık belli bir tarz oturtmuş olmasına rağmen risk alıp kendisi için tehlikeli bir suya açılmış bence Nuri Bilge Ceylan. Ama büyüsünü bir türlü kavrayamadığım bir tempoyla, kendi görsel dilini bunca diyalogun arasına yedirmeyi fazlasıyla iyi kotarmış. Yönetmenin artık kadrolu adamlarından saydığımız görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki yine beklenildiği üzere harikalar çıkarmış. Sony’nin meşhur 4K kamerası CineAlta F65’le çekilen filmde, sırf kameranın sınırlarını zorlamak adına çektiklerini düşündürten çok karanlık sahneler mevcut. Nuri Bilge Ceylan, 35mm’den beri çalıştığı en iyi kamera olduğunu dile getirmiş. Gerçekten de ortada bambaşka bir doku ve renk skalası var.


Oyunculuklara gelecek olursak, yönetmenin “tiyatro oyuncuları sinemaya çok teatral kaçıyor” öngörüsünü kırmayı becerdiğini söyleyebilirim. Bunun en büyük sebebi tabii ki bir sinema filmine göre fazlasıyla teatral olan senaryosu. Durum böyle olunca zaten kadroyu tiyatronun en ünlü isimleriyle taçlandırmaktan başka çare kalmıyor. Sinemadaki tüm performanslarını fazlasıyla abartı bulduğum Demet Akbağ’yı bana beyazperdede sevdirebilen tek film oldu bu mesela. Belki yine abartı, ama diyaloglardaki o bahsettiğim “ateş”i verebilmek için buna ihtiyaç var zaten. Haluk Bilginer’e gelince, zaten filmin senaryosu yazılmaya başlandığından beri akıllarında olan tek isimmiş. İlk başlarda Bilginer’in oyun programlarıyla çakıştığı için filmde oynayamacağı haberini alsalar da, filmin çekim tarihini Bilginer’in ajandasına göre tekrardan düzenlemeye karar vermişler. Kendisi için yazılmış harika bir rolün tadını çıkarıyor yani anlayacağınız. Aydın karakterine bu kadar fazla katmanı sadece böylesine büyük bir aktör kazandırabilirdi diye düşünüyorum. Ayrıca Nejat İşler’in filmdeki varlığı izlediğim salonda büyük bir heyecana sebep oldu, insanlar sanki uzun zamandır görmedikleri bir dostlarını görmüş gibi sevindiler. Klasik bir Nejat İşler performansı olsa da zaten biz onu böyle pis karakterlerle seviyoruz, başka bir şey bekleyemezdik.

Filmin süresi azalsın diye defalarca kurgulanması çok büyük bir kayıba yol açmış gibi gözüküyor o da Demet Akbağ’ın filmin bir noktasından sonra tamamen kaybolması. İlk izlediğimde sadece anlamsal bir sebebi olduğunu düşünsem de, kurguda diğer sahnelerin atıldığını öğrendim sonradan. Neyse ki, anlamsal olarak baktığınızda da bir bakıma bu “kayboluş”u bir yere oturtabiliyorsunuz, ki izlediğimiz tarzda bir film için bu önemli zaten. Senaryosu basıldığında Demet Akbağ’ın karakterine gerçekten ne olduğunu öğrenebiliriz belki. Bu ani karakter kayboluşu meselesi dışında çok fazla kırpıldığını hissettirmiyor film. Evet, diğer Nuri Bilge filmlerine göre çok daha keskin geçişler var sahneler arasında. Arada uzun uzun görsellere yer ayrılmış, durağan bir film değil karşımızdaki. Sürekli zaman atlamalarına şahit olduğumuz, bir diyalogtan diğerine koştuğumuz bir tiyatro oyunu gibi de bakabiliriz belki. Bu yeni tarzı tahminimce kemik Nuri Bilge Ceylan hayranlarını çok da memnun etmeyecektir, ama daha fazla izleyici kazanmasına ister istemez sebep olacaktır diye düşünüyorum.

Süresini duyunca çok ağır bir film olacağının beklentisine girdiğimizden mi yoksa içinde “uyku” kelimesi geçtiği için mi bilinmez, ama film bittiğinde “ee gerçekten geçti mi o kadar saat?” sorusunu kendinize soruyorsunuz. Tabii ki bu baştan ne kadar kaptırdığınızla alakalı, ama eğer diyaloglar size bir yerinizden yakalayıp vurduysa zaten kanca artık sırtınıza takılmış oluyor. Karakterleri “iyi ve kötü” olarak ayırmak yerine, hepsinden kendinizde ufak parçalar bulmaya başlıyorsunuz. Hiç bir zaman birinin tarafında tam olamıyorsunuz, ama hepsinin size göre çok haklı yönleri de var, çok büyük hataları da. Hiç bir şeye kesin gözüyle bakmamayı da film boyunca kendinize hatırlatmakta fayda var. Örneğin Aydın karakterini isminden dolayı “tamam o zaman bu adam Türkiye’deki Aydın meselesinin metaforu” diye bütün film boyunca ona etiketi yapıştırmanız çok da mümkün olmayacak. Zaten filmin anlatmaya çalıştığı şey de bu değil. Hayat hakkında hepimizin sahip olduğu milyonlarca sorudan, en önemli bulduklarını sormaya çalışıyor film. Kendilerine belirli ilkeler seçip, tüm hayatlarını bu sınırlamalarla geçiren insanların – yani hepimizin – sıkışıp kaldığı sorular bunlar. Gerçek duygularımızla yaptığımız hareketler ve kendimizi topluma kabul ettirmek için seçtiğimiz ilkeler doğrultusunda aldığımız kararlar arasındaki farkı yüzümüze her fırsatta vuruyor. İzlerken alınmamak elde değil…
Viewing all 126 articles
Browse latest View live