Quantcast
Channel: Sineofrenik
Viewing all 126 articles
Browse latest View live

2013’te İzlediğimiz En İyi Korku Filmleri

$
0
0
2013'ün ardından Top 10 listelerimize devam ediyoruz. Bu kez iyikotufilm.com yazarlarından Aytaç Özge Öndeş, bizi kırmayıp 2013'ün kendine göre en iyi 10 korku filmini listeledi. Kendisine liste için teşekkür ediyor ve leş filmlerle (Carrie koyuyordu zor tuttuk) dolu listesiyle sizi başbaşa bırakıyorum;

“Bu Sene İyi Remake Yaptı”

2013 yılında popüler korku filmi olarak bir hayli film izledik. Bazıları, Türkiye’de henüz gösterime girmedi. İş bu haldeyken 2013 yılında izlediğimiz en iyi korku filmleri için şöyle bir liste derledim. Belirtmeliyim ki kendi leş zevkime göre bir liste hazırladım ve bir de arzu eden için bonus ekledim.

1. Maniac / Franck Khalfoun



2012 yapımı olan Maniac, 1980’de William Lustig imzalı Maniac’ın remake filmi. Türkiye’de vizyona 2013’te giren Maniac’ı da bu sene izlediğimiz korku filmleri arasında biraz da hile yaparak baş köşeye oturtuyorum. Alexandre Aja, Thomas Langmann, William Lustig’in yapımcılığını üstlendiği “Maniac”, Dario Argento motiflerini anımsatan bir atmosferde geçiyor. Sinister’ın affına sığınarak gönülden geçen bir numara “Maniac” olarak yerini alıyor.

Fragman:http://www.youtube.com/watch?v=OHPXeWpION8

2. Sinister / Scott Derrickson


Bir numarada oturan filmle uzun süren içsel münakaşalarım sonucu aslında hangisini bir numaraya koysam diyemediğim bir filmle karşı karşıyayız. Insidious gibi içimize su serpen başarılı bir korku filmi Sinister… Daha fazla yorum yapmadan şiddetle tavsiye ediyorum.

Fragman:http://www.youtube.com/watch?v=pgYxydrVlDk

3. You’re Next / Adam Wingard



İşte seyrederken hakkını veremediğim bir yapıt. 2011 yılında çekilen “You’re Next”, Türkiye’de ve dünyada gösterime 2013 yılında girdi. İyi ki de girdi. Son zamanların en başarılı korku filmlerinden biri olarak gönlüme taht kurdu. Slasher adabına sahip sahneleri, gerilim düzeyi ve senaryosuyla bana özlediğim slasher b atmosferini yaşattı. Filmin en güzel notlarından biri Re-animator ve From Beyond’dan tanıdığımız Barbara Crampton’un You’re Next’te anne karakterini canlandırması.

Fragman:http://www.youtube.com/watch?v=ufUQWpEkbf0

4. V/H/S 2 / Simon Barrett - "Tape 49", Jason Eisener - "Slumber Party Alien Abduction", Gareth Evans - "Safe Haven", Gregg Hale - "A Ride in the Park", Eduardo Sánchez - "A Ride in the Park", Timo Tjahjanto - "Safe Haven", Adam Wingard - "Phase I Clinical Trials"


Beğeniyle izlediğimiz ilk filmin ardından gelen V/H/S 2 yine fazla başarılı bir korku filmi olarak 2013’te izleme fırsatı bulduğumuz filmlerden… 5 ayrı bölümün farklı yönetmenler tarafından çekildiği V/H/S 2, açık ara 2013’ün en iyi korku filmlerinden…

Fragman:http://www.youtube.com/watch?v=63Tv0lhD1fw

5. Evil Dead / Fede Alvarez



Evil Dead serisi, sinema tarihinde kutsal bir üçlemedir. Sam Raimi’nin bilincimize kazıdığı 1981 yapımı filmin remake versiyonu Fede Alvarez tarafından ince ince işlenerek karşımıza geçtiğimiz sene çıkan korku filmlerinden…Açıkçası heyecanla beklediğim bir yapımdı bu yeni versiyon… Fragmanını film vizyona girmeden sürekli açıp izliyordum ki halen de arada açar izlerim ve diyebilirim ki yeniden çevrimi, gönüllerde that kurabilecek nitelikte bir yapım. 2013’te tanıştığımız Evil Dead, gore öğeleriyle oldukça etkili bir iz bırakıyor.

Fragman:http://www.youtube.com/watch?v=FKFDkpHCQz4

6. The Conjuring / James Wan


James Wan’ın imzası bulunan başarılı bir film The Conjuring. Beğeni konusunda aşırı abartıldığını düşünsem de yine de hakkını teslim etmem gerekir. Bu yıl içinde izlediğimiz en iyi korku filmleri arasında yer alıyor. Hatta bu listede en yüksek IMDB puanına sahip korku filmi. İlk kez Angels In America’da izlediğim Patrick Wilson’un oyunculuk bahtı ise Insidious serisi de dahil olmak üzere zannediyorum korku filmlerine kayıyor.

Fragman:http://www.youtube.com/watch?v=FKFDkpHCQz4

7. Insidious: Chapter 2 / James Wan



James Wan, 2013’te iki başarılı korku filmini bizlere seyrettirme imkanı sağlayan önemli bir yönetmen. The Conjuring’den sonra Insidious Chapter 2 imzası ile karşımıza çıkan Wan, bu filmden de yüzünün akıyla çıkıyor. Insidious serisinin ilk filmi, korku filmleri içinde ilaç gibi gelmiş; çok başarılı bir dokuyla karşımıza çıkmıştı. Kişisel olarak ilk izlediğimde bayıldığımı ve Chapter 2’dan önce tekrar izleyip yine havaya zıpladığımı söylemem gerek. Chapter 2 ise astral seyahat yolculuğuna devam ettirip yine aynı atmosferi solumamızı sağlıyor.

Fragman:http://www.youtube.com/watch?v=q8B9hisNcuw

8. We Are What We Are / Jim Mickle



2013 yapımı “We Are What We Are”, Jorge Michel Grau’nun yazıp yönetiiği ülkemizde “Kan Kokusu” olarak gösterime giren 2010 yapımı “We Are What We Are” orjinal ismiyle “Somos Lo Que Hay” adlı filmin remake versiyonu. Öncelikle remake versiyonunun gayet akıcı ve beklenmedik ölçüde tatmin edici olduğunu söyleyebilirim. Genelde yeniden çevrim olduğu zaman, Evil Dead örneğinde olduğu gibi, bazen heyecanlanıyorum. Bazen de Texas Chainsaw Memessacre gibi kafalarına orijinal filmi atasım geliyor. Özellikle korku filmlerinde biraz daha hassasiyet isterken bazen çok mu şey istiyorum, bilemiyorum. Sözün özü “yine kıytırık bir remake filmdir”diye açıp izledikten sonra beklentiyi oldukça karşılayan bir filmle karşılaştım. Cuma gecesi korkusu için uygundur. Küçük iki adet not düşmek gerekirse biri filmde Top Gun tazesi Kelly McGillis’le karşılaşmaktayız. Tabii yıllar Tom Cruise’a torpil geçerken bu kadından da oldukça götürmüş. Diğer bir not ise Türkiye’de gösterime gireceği zaman bu sefer ismi, “Neysek O’yuz; Allah da bizim belamızı vermesin” olarak çevirisi yapılabilir. Kafalarda yıllardır dolaşan soru ise 2010 yapımı için “Kan Kokusu” çevirisinin nereden çıktığıdır.

Fragman:http://www.youtube.com/watch?v=kPG9kZmEwcs

9. Mama / Andrés Muschietti


Bu film, genel olarak çok fazla beğeni topladı. Açıkçası bu listeye Mert Yenici olmasa girmesi biraz zordu. Ortalama bir film olduğunu düşünüyorum. 2013’te izlediğimiz fena olmayan seyirliklerden. Buyrun seyredin… Mama, torpil alarak listemizde 9’uncu sırada yer alıyor.

Fragman:http://www.youtube.com/watch?v=GZlY47eCdas

10. Dark Touch / Marina De Van


Dark Touch, 2013 yapımı enteresan bir film. IMDB puanı yerlerde sürünen bu filme biraz haksızlık yapılmış gibi... 2009 yapımı “Don’t Look Back”ten de imzasını hatırlayabileceğimiz Marina De Van, gerilim atmosferini burada da başarıyla yansıtıyor. Ayrıca görüntü yönetmeni John Conroy’un da iyi bir iş çıkarttığını söylemek gerek. Film için “bu ne biçim film” diye gelen yorumlar çoğunlukta olabilir ancak kişisel olarak diyebilirim ki yılın güzel korku filmleri arasında yerini alıyor. Bu arada Brian De Palma’ya saygımdan ötürü bu listeye remake Carrie’yi koymadım ama Dark Touch’un Türkçe isminin “Telekinezi” olması, bence gayet üzücüdür.

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=732vBngjBt0

Bonus: American Mary / Jen Soska, Sylvia Soska



Aslında American Mary, bu listeye koymayı başta düşünmediğim bir film. Soska kardeşlerin imzası bulunan “American Mary” adlı film, biraz kafası karışmış bir film olarak karşımıza çıkıyor. Güzel bir giriş, gelişme yaşarken sonlarına doğru dağılmasaydı ve climax konusunda problem yaşamasaydı bu filmi listede üst sıralarda görmemiz mümkündü. Bu haliyle listemizin bonusu olarak kendine yer ediniyor. Burada yönetmen koltuğunda oturan Soska ikizlerinin Kanada korku sineması açısından umut vaad ettiğini de söylemek gerek. 2013’te The Purge’de yaşadığımız “iyi fikir ama pek olmamış” hissiyatına benzer bir şekilde “American Mary” adlı bu filmi de kafası karışmış bir Ōdishon olarak görebiliriz. Yine de bonus’tur…

* Kişisel Not: Hem yerden yere vur, hem de bonus yap. Olacak iş değil!

Fragman:http://www.youtube.com/watch?v=2vICehR-H00

* Bir not daha: Stoker listeye özellikle koymadım. Stoker, korku filmi değil bir gerilim filmidir, gerer…

Yazara Twitter hesabından çemkirebilirsiniz: @charlottesmtms

46. SİYAD Ödülleri sahiplerini buldu

$
0
0
Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) Ödülleridün akşam sahiplerini buldu. 9 dalda adaylık alan Yılmaz Erdoğan'ın filmi Kelebeğin Rüyası  5 ödülle gecenin galibi oldu. Reha Erdem en iyi yönetmen ödülüne layık görülürken film ödülüyse Zerre'ye gitti.

Tüm kazananlar şöyle;

En İyi Film: Zerre

En İyi Yönetim: Reha Erdem (Jin)

Mahmut Tali Öngören En İyi Senaryo: Onur Ünlü (Sen Aydınlatırsın Geceyi)

Cahide Sonku En İyi Kadın Oyuncu Performansı: Jale Arıkan (Zerre)

En İyi Erkek Oyuncu Performansı:Kıvanç Tatlıtuğ (Kelebeğin Rüyası)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Performansı:Farah Zeynep Abdullah (Kelebeğin Rüyası)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Performansı: Nadir Sarıbacak (Yozgat Blues)

En İyi Kurgu: Mesut Ulutaş (Zerre)

En İyi Müzik: Rahman Altın (Kelebeğin Rüyası)

En İyi Görüntü Yönetimi: Gökhan Tiryaki (Kelebeğin Rüyası)

En İyi Sanat Yönetimi:Hakan Yarkın (Kelebeğin Rüyası)

En İyi Belgesel Film: Saroyan Ülkesi (Yönetmen: Lusin Dink)

En İyi Kısa Film: Nerdesin?(Yönetmen: Fatih Kızılgök)

Ahmet Uluçay Umut Ödülü: Ali Aydın (Küf)

Oscar Adayları 2014: Gravity

$
0
0
Henüz izlememiş olanlar için peşin uyarı: Hayır yazıda spoiler yok, ancak Gravity'nin sinemada, dev perdede izlenmeye layık bir film olduğunu baştan belirtme ihtiyacı hissediyorum. Eğer evinizdeki devasa plazma ekranınızda 3D gözlüklerinizle surround ses sistemiyle Blu-Ray izlemeyi planlamıyorsanız lütfen ama lütfen paraya kıyın ve Gravity'i sinema perdesinde izleyin. Şundan çok eminim ki sinemada yaşattığı heyecan, stres ve gerilimin 10'da 1'ini evdeki bilgisayar ekranlarınızda yaşayamazsınız.

Uzun zamandır beklediğimiz ve yurtdışında aldığı eleştirilerle iyiden iyiye meraklara sürükleyen Gravity, ekibin yüzünü kara çıkarmıyor ve izleyicisine roller-coaster gibi bir deneyim sunuyor. Başınız dönecek, belki yer yer kalbiniz sıkışacak, midenize kramp girecek, en azından uzay boşluğunda mücadele veren astronotlarla beraber yer yer siz de nefesinizi tuttuğunuzu ya da fazla oksijen soluduğunuzu hissedeceksiniz. Belki beğeneceksiniz, belki beğenmeyecek, eleştirdiğiniz noktalar olacak, çok sevdiğiniz yerler de olacağı gibi. Ancak şurası kesin bana göre: bunun gibi bir sinema deneyimi her zaman nasip olmayacak.

Bir filmi çok beğenmek, sevmek için her zaman başarılı bir senaryo + muazzam oyunculuklar + müthiş bir yönetim kombinasyonuna sahip olması gerekmiyor. Sırf duygusal bir bağ kurduğumuz için nice kötü filmleri beğenmişliğimiz olduğu gibi, her şeyiyle tastamam olan filmleri de sevemediğimiz çok olmuştur. Açık konuşmak gerekirse Gravity, her yönüyle mükemmel olan o filmlerden değil. Senaryosu bana göre hikaye akışı açısından hiç aksamıyor, fakat Hollywood'un olmazsa olmaz o bitmek tükenmek bilmeyen bayat diyaloglarının ve "yola gelen ateist karakter" klişesinin hikayenin her yerine biraz serpiştirildiği de bir gerçek. Gelgelelim böylesine gerçekçi bir hayatta kalma hikayesi için senaryodan çok yarattığı atmosfere bakmayı daha doğru buluyorum. Ben o salonda 90 dakika boyunca filmin karakterleriyle birlikte yaşam mücadelesi verdiğimi hissetmişsem, her başlarına gelen olayda panik olmuşsam, onlarla beraber nefessiz kaldığımı hissetmişsem zaten almayı beklediğimi fazlasıyla bulmuşum demektir. Bu noktadan sonra çıkıp da "teknik olarak çok iyi ama senaryo çok tırt" demeyi de biraz zorlama buluyorum açıkçası.

Alfonso Cuarón ne yazık ki sinema perdesine çok uzun aralıklarla uğrayan bir yönetmen. Benim için en iyi 5 bilim-kurgu filminden biri olan Children of Men'den 7 sene sonra perdeye dönmesi bile bizim için yeterliyken, böylesine göz alıcı (ben ecnebilerin 'mind-blowing' tabirini çok daha uygun buluyorum buraya) bir prodüksiyon ile dönmesi gerçekten bir lütuf. Filmi, bilim-kurgu türünde olup olmadığıyla ilgili tartışmalara girmeden (evvela oturup bence 'science' nedir, 'fiction' nedir tartışmak lazım) bir hayatta kalma mücadelesi olarak görmek herkesin hayrına olur. Süper gelişmiş uzay araçları yok. Zaman yolculuğu yok. Envai çeşit Alien yok. Sadece uzay boşluğunda kalan iki astronotun eve dönüş mücadelesi var. Uzun zamandır bu kadar süslenip püslenmemiş, gösterişsiz, saf bir anlatımın bu kadar vurucu olduğuna şahit olmamıştım (öve öve bitiremediğimin farkındayım ama elimde değil).

George Clooney'nin yeteri kadar ekran kapladığı söylenemez. Sonlardaki yine o 'piç sırıtışı'nı sergilediği sahne hariç pek bir numarası da yok. Hikaye Sandra Bullock'un canlandırdığı Ryan üzerinde dönüyor. Bullock tüm zamanların en sevilmeyen kadın oyuncularından biri olabilir ama ne yalan söyleyeyim oldum olası sevmişimdir bu kadını. Aldığı yıl Oscar'ı hak etmediğini düşünsem de hiçbir zaman yeteneksiz bir oyuncu olduğunu düşünmedim. Her zaman karakterlerini rahatmış gibi oynamasını sevmişimdir. Şu anda emin olmamakla birlikte sanıyorum Murathan Mungan'ın Murder by Numbers filmindeki performansıyla ilgili yaptığı güzel bir yorum vardır: "En kötü filminde bile sizi etkileyecek bir iki numara yapmayı başarıyor. Kimseyi boşuna bir yerlere getirmiyorlar demek ki." Bullock bu karakter ve yapım için en doğru seçim olmayabilir, sinema tarihine geçecek bir performans da değil karşımızdaki şüphesiz fakat bence kariyerinin en zorlayıcı ve en iyi işine imza atmayı başarıyor yine de.

Ekibin bel kemiğine dönersek: Cuarón, çalışılabilecek en iyi teknik ekiple çalışmış. Tim Webber'ın başı çektiği özel efekt ekibinin müthiş başarısı bir yana, her filminde birlikte çalıştığı, şu anda bence sektörün Tanrı'sı konumundaki Emmanuel Lubezki'nin en ufak detayı atlamadığı incelikli görüntü yönetimi izleyenin aklını alacak nitelikte. The Tree of Life ile de hak ettiği Oscar'ına kavuşamamış olan Lubezki, bu sene es geçilmek için fazlasıyla iyi. Yine aynı şekilde ses efekti konusunda da bu sene aşacak bir yapım görebileceğimizi zannetmiyorum. Ya da kısa keseyim: teknik anlamda o kadar yetkin bir film ki, bu kategorilerde ödülü kimseye kaptıracağını sanmıyorum. Yönetmen dalında senelerdir görmezden gelinen Alfonso Cuarón da geçen seneki Ang Lee'nin izinden gidip bu sene şeytanın bacağını kırabilir. Gravity 'en iyi film' olmayabilir ama yönetmenlik becerisi açısından en azından benim için bu senenin en iyisi.

Başta söylediğimi sonda da söyleyeyim: kendinize bir iyilik yapın. Para vermeye değecek pek az filmin salonları şenlendirdiği ve iyiden iyiye torrent'e abandığımız şu günlerde, filmi laptop ekranlarında ziyan etmeyin paraya kıyın ve roller-coaster'da kendinize yer ayırın.

İzlemek istemeyenler..

Bilim-kurgudan mı nefret ediyorsunuz?
O türdeki size göre saçmalıkların hiçbiri yok.

Bullock'tan mı nefret ediyorsunuz?
Dostum kadın uzay boşluğunda sürüklenip kendini paralıyor. Bundan daha keyifli bir şeyi bir daha nerede izleyeceksin galaksi aşkına??  

Oscar Adayları 2014: American Hustle

$
0
0
American Hustle, Amy Adams, Christian Bale, Jennifer Lawrence, Bradley Cooper ve Jeremy Renner gibi son birkaç yılda patlama yapan A sınıfı bir oyuncu kadrosunu bir araya getirmesi, 70'lerde geçen bir suç filmi olması, Led Zeppelin'li kışkırtıcı fragmanı, Cooper'ın permaları ve Bale'in evlere şenlik peruğu sebebiyle uzun zamandır heyecanla beklediğim bir filmdi. Aylar sonra karşımda bulduğum film, "keşke fragman olarak kalsaymış" dedirtmekle beraber Russell'ın son birkaç yıldaki yükselişini baltalayan da bir iş olmamış neyse ki. Genel hatlarıyla ve oyuncularıyla proje o kadar iyi ki zaten, senaryo ve kurguyu ellerine yüzlerine bulaştırmadıkları sürece rezil bir iş çıkaramazlardı.

David O. Russell'ın bir yönetmen olarak kariyeri bana çok ilginç geliyor. Bu adam 90'larda çektiği çok bilinmeyen 2 filmin ardından 1999'da Three Kings gibi biraz sesi çıkan bir film yapıyor. Kariyerinin bundan sonra yükselişe geçeceğini düşünüyorsunuz ama 2004'te I Heart Huckabess gibi ben dahil çoğu kişinin sevmediği, başarısız bir komedi çekip 6 sene ortadan kayboluyor. Kısacası 2010'daki The Fighter'a kadar Russell abimizin filmografisinde elle tutulur bir iş gördüğümüzü, belli bir istikrar tutturduğunu söylemek zor. Bana göre The Fighter ile birlikte adam kendini adeta baştan yaratıyor. Hem çok sağlam bir film çekiyor, hem de senelerdir içinde olduğu Hollywood'a ilk kez kendini satmayı başarıyor aslında. Arkasından hız kesmeyip büyük başarı elde eden Silver Linings Playbook ekibiyle The Fighter kadrosunu birleştirdiği American Hustle, belki yılın en iyisi değil ama David O. Russell'ı yönetmen ve senarist olarak Hollywood'un gözbebeği haline getiren yılın en konuşulan işlerinden biri.
 

Ana karakterimiz bizim Şuayip'ten hallice peruğu ve göbeğiyle Christian Bale'in oynadığı Irving Rosenfeld. Irving Abimiz, bir partide tanıştığı ortağı ve metresi Sydney Prosser ile sahte eserleri sosyeteye kakalıyor. Yaptıkları dolandırıcılıktan bir hayli para kaldırdıktan sonra FBI olayı çakozluyor. Bize diyor FBI, her benzer filmde olduğu gibi, "büyük balığı getirin sizin kaçmanıza göz yumalım". İşin içine çoşkulu FBI ajanı Richie DiMaso ve Rosenfeld'in genç ve çatlak karısı Rosalyn de girince her şey giderek sarpa sarmaya başlıyor.

Daha sağlam ve eğlenceli bir komedi beklentisiyle gitmeseydim, bunca şenlikli karakterden daha büyük keyif alırdım şüphesiz. Beni esas koparan nokta, David O. Russell'ın her bir satırında üstüne titrediği belli olan diyaloglarının -esasen çok keyifli olsalar da- işlerin iyice karmaşıklaşmaya başladığı dönemeçte hikayeyi takip etmeyi zorlaştırıcı bir hal alması oldu. Bir ara ne izlediğim ve kahramanlarımızın planını ne olduğu konusunda beynimin 'error' verdiğine yemin edebilirim. Senaryonun yer yer takip edilmeyi zorlaştıran tavrı hızlı kurguyla birleşince, film bir noktadan sonra iyice çekilmez hale geliyor. Yönetmen filmdeki peruklar ve kıyafetler kadar biraz daha kurgunun üstüne titrese ve hikayeyi şöyle bir toparlayıp azıcık daha kolay takip edilebilir hale getirse belki şu anda daha olumlu bir yazı kaleme alıyor olurdum. Parça parça aklıma gelen ve çok başarılı bulduğum sahneler var ancak tüm bunları toparlama aşamasında Russell bu kez yetersiz kalmış gibi geldi bana. Olabildiğine dağınık, kalabalık ve gürültülü bir iş var karşımızda.


Russell'ın yönetimini konuşturduğu en iyi noktaysa oyunculuklar. İlk filminde topladığı Kare As'ı bir araya getirip yanlarına da Jeremy Renner'ı kondururken artık iyice "oyuncu yönetmeni" haline geldiğini kanıtlıyor. Jeremy Renner bu kadronun gerisinde kalmış ama hak ettiği ilgiyi gördüğünü düşünmüyorum. Daha ön planda bir rol olsa onun da konuşulması kaçınılmazdı bence. Şuayip rolünde Christian Bale, The Dark Knight Rises ile şişirdiği adölelerini gene indirip göbek yapmış (yakında diyabet olacak bu gidişle). Yine büyük ve abartılı oynuyor ancak böyle komedi altyapılı bir filme yakışıyor bu karikatürizelik. Jennifer Lawrence'ın senenin en konuşulan işlerinden birine imza attığına şüphe yok. Yine de onun karakteri biraz özenle yazılmış, Russell ve senarist Eric Singer, biraz torpil geçmiş hissiyatı yarattı bende. Böyle bir karakteri Meryl Streep'li bir filme bile koysanız ondan da rol çalar bu kız. Elbette ki çok iyi ve ben de çok keyif aldım performansından, fakat filmi taşıyan ve şu beşliden öne çıkan isimse bana göre Amy Adams. Kadın oyuncu kategorisinin hakkını veren Sydney rolünde, ilk kez bu denli 'femme fatale' bir karakteri oynarken eski masumane rollerinin naifliğini de elden bırakmıyor. Amerika'da herkesin takıldığı İngiliz aksanına ben takılmadım ama karakterin de numara yaptığını düşünürsek kötü olmasının garip bir yanı yok. Kariyerinin en ayrıksı rolünde gaza gelip çoştukça çoşabilir ve ucuz bir kadın izletebilirdi bizlere ama Russell ve Adams bundan özenle kaçmayı başarmışlar. Son birkaç yıldır patlama yapan ve aslında Oscar'a aday olacak kalibrede bir oyuncu olmayan Bradley Cooper, yatsın kalksın Russell'a dua etsin. Arka arkaya 2 sene Oscar'a aday gösterilmek büyük başarı kendisi gibi bir oyuncu için. Bu filmde yardımcı rolde Lawrence'tan sonra ekibin en eğlencelisi. Özellikle Louis C.K. ile karşılıklı sahnelerine bayıldığımı söylemem lazım.

Senenin en iyi işlerinden biri olmayı başaramadı American Hustle benim için, ancak 3 sene öncesine kadar kariyerinde pek parlak bir işe imza atmamış olan Russell için geri adım sayılamaz kesinlikle. Çektiği son 3 filmle kaliteyi düşürmediğini gösterip hem popülaritesini hem Hollywood içindeki saygınlığını sağlamlaştırdığını kanıtlarcasına elde ettiği 10 Oscar adaylığından sonra rahatlıkla ileri doğru bir adım bile sayılabilir. Benim ne düşündüğümün önemi yok. Böylesi bir kadro, proje ve acayip saç modelleri hangi dönemde çekilirse çekilsin gidip görülmeyi hak ediyor. Dediğim gibi yılın en iyisi değil ama en ses getiren ve kayda değer işlerinden biri şüphesiz.

Oscar Adayları 2014: Captain Phillips

$
0
0
Paul Greengrass ilginç bir yönetmen. Her filmi “blockbuster” (dilimize gişe canavarı diye çevirsek aynı etkiyi verir mi?) kategorisinde olsa da, en azından farklı tarzlar denemeye çalışıyor. Ama ne yazık ki bu denemeleri, filmlerini çok basit Hollywood klişeleriyle donatmaktan hoşlandığı için etkisiz kalıyor. Onu muhtemelen en çok Bourne serisinin son iki filmiyle hatırlıyor popüler sinema izleyicisi. İlk 11 Eylül filmlerinden biri olan United 93 ve İngiltere – İrlanda savaşını konu alan tarihi filmi Bloody Sunday gibi kendi işleri arasında “deneme” sayabileceğimiz projeler ona Bourne serisinin ve dolayısıyla büyük prodüksiyonların kapısını açmıştı. Burada bahsettiğim “büyük prodüksiyon” mevzusu Captain Phillips’in her saniyesinden okunabiliyor. Ama film bundan fazlasını vaat edebiliyor mu, işte derdimiz bu.

Oscar yarışının favori olaylarından “gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır” hadisesi Captain Phillipsiçin de geçerli. Filmin öyküsü aslında oldukça basit. Richard Phillips ve mürettebatı Amerika’dan Somali’ye konteyner kargo taşımaktadırlar ve bu sırada Somali’de korsanların hareketli olduğuna dair bir haber alırlar. Korsanların gemiye dadanmaları ve gemiyi ele geçirmeye çalışmak istemeleri çok uzun sürmez. Ne kadar direnseler de korsanlar silahlıdır ve onlardan daha üstünlerdir. Bir gemi dolusu Amerikan denizcisiyle, üç eli silahlı Somali gencinin devasa bir gemide köşe kapmacaları da filmimizi oluşturuyor.

Herkes “Tom Hanks ne oynamış be” diye naralar atsa da ben buna katılmıyorum. Şöyle katılmıyorum, Tom Hanks’in karşısında 3 Somalili genci oynayan kadro kat be kat daha iyi oynamışlar da, ondan. Benim oyunculuk açısından en çok ilgimi çeken bu üçlü oldu. Ayrı ayrı karakter yaratımları ve birbirlerinin zaaflarını kontrol etme şekilleri belki de filmin gerginliğini en çok havada tutan şeylerden biri. Tom Hanks ise tabii ki kötü oynamıyor, ama oyunculuk adına bir çığır açmıyor sonuç olarak. En steril karakterlerinden birine bürünmüş durumda.

Filmi teknik olarak da bir çıta yükseltmeye ya da yeni bir şeyler katmaya çalışmıyor. Bu filmi daha önce defalarca gördük ve yaşatılmak istenilen gerginliği belki de daha iyi örnekleriyle yaşadık zaten. Karşımızda tertemiz çekilmiş bir Hollywood filmi var, bir an bile olsun riske girilmemiş, emin adımlarla ilerlenmiş.


İş teknik olarak böyle olunca, filmi kurtarabilecek tek bir şey kalıyor geriye, o da senaryo. Son zamanlarda The Hunger Games ve State of Play filmlerini yazmış olan Billy Ray’in elinden çıkmış senaryo. Billy Ray de aynen başta Paul Greengrass için söylediğim gibi, klişelere çok fazla bel bağlamaktan asıl konuyu kaçıranlardan. Filmin ilk açılış sahnesinde Tom Hanks ve karısının dünyanın durumuyla ilgili yaptığı konuşma, Somalili korsanların hayat kaygılarının belirtildiği 2-3 sahne dışında film dramatik yapı kurmak üzerine bir adım bile atmıyor. Ardı arkası kesilmeyen aksiyon sahnelerinin arasında, “hadi ufacık duygusal bir diyalog yapıştıralım da Somali’de kimler nasıl aç kalmış, politik durumlar neymiş bir iki kelam edelim” özensizliğiyle yazılmış, vizyon yoksunu diyaloglar var karşımızda.

Peki madem durum böyle, bu film neden 6 oscara aday oldu? Tom Hanks, Paul Greengrass ve Billy Ray pürüzsüz bir popüler sinema ekibi de ondan. Hollywood’un dahi bir kaç çocuğunun en azından adaylıklarda kendilerini gösterebilmesi ve bir bakıma bu sinema dilinin şanının yürümesi asıl olay. Tabii ki bu Oscar’larda Captain Phillips’in teknik alanlar dışında  hiç bir şansı yok. Hani bazı filmler vardır, çok gergindir ve sizi koltuğunuzun ucunda tutar ama iki saatin sonunda aslında ne size bir şey katmış, ne de söylemesi gereken sözü doğru düzgün söyleyebilmiştir. İşte o filmlerden biri Captain Phillips. Oscar yarışında olmasının hiç bir anlamı olmasa da, bu onu kötü bir film yapmıyor tabii ki. Sadece yanında yarışan isimlerin arasında biraz yüzeysel duruyor, hepsi bu.

The Past

$
0
0
2011 yılında ödüllere boğulan A Separation’ın ardından, Asghar Farhadi’nin yeni filmi merakla bekleniyordu. A Separation En İyi Yabancı Film Oscar’ı dışında, Altın Küre ve Altın Ayı gibi büyük ödülleri de almıştı o sene. Bu yıl Cannes film festivalinde Ecumenical Jury Award’la eve dönen son filmi The Past her ne kadar A Separation kadar büyük olay olmasa da, sezon içinde izleyebileceğiniz en iyi filmlerden biri olma özelliğini koruyor.

Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse; yıllarca Fransa’da yaşamış bir İranlı olan Ahmad, yıllar sürmüş boşanma sürecini bitirmek ve bazı kağıtlar imzalamak için eski karısının yanına, Fransa’ya geri döner. Geri döndüğünde, eski karısını Samir isimli Arap bir adamla evlenmek üzere bulur. Ancak Samir’in karısının intihar teşebbüsünden dolayı komada olduğu gerçeğini öğrendiğinde işin rengi biraz değişir. Samir’in karısının intihar sebebine yaklaştıkça, olaylar daha da içinden çıkılmaz bir hal almaya başlar.

Asghar Farhadi’nin ustalıkla yazdığı senaryosu ile The Past, bir Farhadi filminden bekleyebileceğiniz her şeyi içeriyor aslında. A Separation’ı izleyenler, The Past’e (en azından tematik olarak) hiç yabancı hissetmeyeceklerdir. “Sevdiklerimize çektirdiğimiz acılar” ve “birinin boşluğunu doldurma” üzerine büyük cümleler kurmaya çalışan film, karakterlerin zekice yaratılmış olmasından dolayı bu işin altından başarıyla kalkıyor diyebiliriz.

İki birbirine benzeyen erkek, Ahmad ve Samir’in ikili oldukları sahneler muhteşem olmuş. Filmde söylenmese bile, kimin neyin yerini doldurduğunu çekim açılarından bile anlayabildiğimiz sahneler var. Geçmiş ve gelecek arasında sıkışıp kalmış bir kadını oynayan Berenice Bejo harikulade bir performans sergiliyor. Her zaman deliliğin eşiğinde olduğunu bilmemize rağmen, bir yandan da içine düştüğü ikilemi anlayabiliyoruz. Zaten bu rolüyle Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu’yu evine götürmüş Bejo.


Özünde yeniden bir boşanma sürecini ele alan Farhadi’nin kendini tekrarladığını düşünenler olacaktır elbet. Ele aldığı konular da pekala benzerlik taşıyor, ama Farhadi “derdi olan” yönetmenlerden ve o derdi her seferinde farklı şekillerde açıklamaya çalışıyor bize. Eğer dertlerinden herhangi birine ortak olabilirseniz, Farhadi sineması ve senaryoları altın değerinde. Ancak kendini tekrar ettiğini düşünüp filmin anlatmaya çalıştıklarını bir kenara iterseniz, hiç zevk almayacağınız bir seyirlikle karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu yüzden çok kişisel bir dili olduğunu düşünüyorum Farhadi’nin ve bu belli bir kitle için kötü bir şey de olabilir.

Filmin bir süre sonra “ee ama artık” dedirten bir noktası var, o da senaryonun her 20 dakikada bir ortaya atılan büyük bir sürprizle ilerlemesi. Sürekli hikayede bu kadar büyük değişiklikler olması, artık sonlara doğru çok fazla dikkat çekmeye başlıyor ve bir başka sürpriz daha istememeye başlıyorsunuz. A Separation’da da böyle bir durum vardı, ancak orada arkaplanda dönen bir polis soruşturması olduğundan, mahkeme sahneleri gibi detaylarla “fazla sürpriz”den kurtulabiliyordu film. Burada ana karakterlerimiz dışında herhangi büyük bir devlet gücünden bahsedemediğimiz için, bir süre sonra “kim kime  dum duma” durumu vuku bulmaya başlıyor.

Bol sürprizli aile draması The Past, Farhadi sinemasından hoşlananları kesinlikle hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Ancak A Separation kadar büyük ve kitleleri sürükleyecek bir film olmadığını da söylemekte fayda var.

Oscar Adayları 2014: Frozen

$
0
0
“Disney’in ünlü klasikleri Tarzan ve Pocahontas’ın yazarı Chris Buck ile geçen senenin en çok sevilen animasyonlarından Wreck It Ralph’in senaristi Jennifer Lee güçlerini birleştirirse ne olur?” sorusunun cevabını hakkıyla veren bir film olmuş Frozen. Sanki eski, müzikle ve büyüyle dolu Disney evreni geri gelmiş gibi. Yıllardır “yetişkin animasyonları” kategorisine girebilmek adına bir anda ciddileşen – tabii ki kötü olduğunu savunmuyorum – ve eski ruhunu unutan animasyon stüdyosundan şaşırtıcı bir iş.

Küçüklüğünde doğaüstü güçlere sahip olduğu farkedilen Elsa ile onun küçük kız kardeşi Anna’nın öyküsü bu. Elsa’nın doğaüstü gücü buz var edebilmesidir fakat bu gücü kontrol edemeyeceği kadar onu ele geçirmiştir. İnsanlar onun cadı olduğundan şüphelenip ona zarar vermesinler diye ve daha da önemlisi kız kardeşine asla zarar vermemesi adına ailesi tarafından odasına kapatılır ve herkesten uzak bir hayat yaşar. Ailelerinin bir gemi kazasında ölmesi sonucu, Elsa kraliçe olur. Taç takma gününde her şey birbirine girer ve Elsa’nın güçleri insanlar tarafından öğrenilir. Elsa, herkesten uzağa kaçıp güçlerini serbest bırakır ve tüm ülkeye geçmeyen bir kış gelmesine sebep olur. Ablasını bulup yazı geri getirebilmek için Anna yollara düşer.

Anna’yı Veronica Marsve Forgetting Sarah Marshall’dan hatırlayacağımız Kristen Bell seslendirmiş ve geçen sene Wreck It Ralph’de Sarah Silverman’ın muhteşem performansından sonra gördüğüm en iyi karakterlerden birini yaratmış. Elsa’yı ise Glee’de Rachel’in annesi rolüyle akıllara kazınmış Idina Menzel seslendiriyor. Kendisine bol bol harikulade ses rengini sonuna kadar kullanma şansı verilmiş bu filmde. Elsa karakterinin söylediği şarkılara özellikle dikkat etmeli.

Animasyon filmlerinin tuzu biberi olan yan karakterlerimizi de unutmamalı. Elsa’nın farkında bile olmadan yarattığı canlı kardan-adam Olaf bu animasyonun bombası. Ağzından çıkan her laf beni güldürdü neredeyse. Anna’ya yolculuğu boyunca yardım eden yakışıklı prensimiz Kristoff ve onun evcil hayvanı ren geyiği de hikayenin şapşal ikilileri.

Gördüğünüz üzere, Frozenoturulup senaryo derslerinde anlatılacak temizlikte ve kurallar çerçevesinde yazılmış bir iş. Bir yandan eski Disney müzikallerinin ruhu korunmuş, diğer yandan da son dönem animasyonlarının “yetişkinliği”. Bu iki unsurun birbirine bu kadar güzel yedirilebilmiş olması ise Frozen’ı mükemmel yapan şey. Bu açıdan filmin yönetmenleri gerçekten birbirlerinin en iyi yaptıkları işleri yapmalarına izin vermişler ve bu karışım işleyebilmiş.



Filmin aynı zamanda bir görsel şölen olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Tabii ki bir animasyondan bunu bekliyorduk ama 3D teknolojisinin arkasına sığınmamış ve bunu kullanmasına rağmen hala kayda değer bir “şekil denemesi” olarak kalabilmiş, bu sevindirici. Ucuz 3D numaralarıyla gözümüze “aha işte slow-motion çektik ki iyice anlayın” dercesine objeler sokulmamış demek istiyorum yani.

İş animasyonlara gelince tahmin yürütmek en kolayı oluyor sanırım ödül törenlerinde. Ne yazık ki hala çok az örneği çıkıyor  ve “en iyi”yi görebilmek o kadar da zor olmuyor. Ama en azından, Frozen bu sefer az örnek içinde en iyisi değil, gerçek anlamda düşünülmüş ve hedefe ulaşmak için iyi çalışılmış bir animasyon filmi olduğu için alacak ödülü. Bir animasyon ve müzikal sever olarak bu beni oldukça sevindiriyor.

Inside Llewyn Davis

$
0
0
Daha yazının en başında şunu söylemek şart sanırım, Coen Kardeşler'in büyük oynamadığı bir film Inside Llewyn Davis. Sakın yanlış anlaşılmasın, bu onu kesinlikle kötü bir film yapmıyor, ama izlemeden önce bir Coen klasiği izleyeceğini düşünen heyecanlı seyirciler için bu ön bilgi verilmeli diye düşünüyorum. Zira sinema salonuna girerken beklentileri pek de yüksek tutmamakta fayda var.

Llewyn Davis, Coen Kardeşler tarafından yaratılmış hayali bir amerikan folk şarkıcısı. Hikayesinin yine bir Amerikan folk şarkıcısı olan Dave van Ronk’ın otobiyografisinden parçalar içerdiği söyleniyor, ama bu sadece bir esinlenme bazında. İlk ve tek albümü Inside Llewyn Davis satmıyordur ve karakterimiz ev kirası bile ödemeyi karşılayamayacak kadar parasız bir haldedir. Her gün farklı bir arkadaşında kalmakta ve biz de bu arkadaşlar sayesinde onun hikayesini yavaş yavaş öğrenmekteyiz. Çevresindeki tüm müzisyen arkadaşları başarılar elde etmişlerdir ama o hala sadece kendi çevresinde bilinen ve sevilen, arkadaş yemeklerinde gitar çaldırttırılan bir müzisyen olmaktan ileri gidememiştir. Menajeri Lleywn’e Chicago’da bir barda çalabileceğini söyler ve Llewyn yollara düşer. John Goodman tarafından canlandırılan bir caz müzisyeni ve bir beat kuşağı şairiyle birlikte absürt bir yolculuk başlar.

Filmin yapmaya çalıştığı aslında bir müzisyenin hayatındaki kısa bir dönemi ele alarak, arkaplanda Amerikan folk müziğine selam çakmak ve “ödün vermeden yapılan sanat” ile “para için yapılan” arasındaki farkı su yüzüne çıkarmak. Ancak filmin kurulumu ve senaryosu bunu anlatabilmek konusunda zayıf kalıyor. Karakterin içi o kadar fazla doldurulmaya çalışılmış ki, bazı noktalarda bahsedilen bu dert çok arkaplanda kalmış.

Yönetmenlik adına başarılı bir deneme ama, yazım aşamasında kafalar çok karışmış gibi duruyor. Ne kadar sorunlu bir senaryo bile olsa, üstatlar kamera arkasında farklarını ister istemez gösteriyor. Film kendine has bir sinema diline sahip olmayı ilk sahnesinden, son sahnesine kadar başarıyla beceriyor ve sonuçta karakterimizin hikayesi daha da güçlenmiş oluyor.

Filmin müzikleri belki de en çok düşünülmüş tarafı olmuş, soundtrack’i plak olarak olsa da dinlesek dedirtecek kadar iyi. Özellikle Justin Timberlake, Adam Driver ve Oscar Isaac üçlüsünün Please Mr. Kennedy performansını dikkatle izleyin, uzun zamandır bu kadar eğlenceli bir kayıt dinlememiştim bir sinema filminde.


Oyuncu yönetimi konusunda zaten bizi hiç şaşırtmadı biraderler. Oscar Isaac zordaki müzisyen karakterine çok iyi bürünmüş, şarkıları ne kadar derinden hissettiğini görmek mümkün ve bu anca karakteri iyice anlamaktan geçebilir diye düşünüyorum. O şarkı söylediği zaman Llewyn’in iç dünyası gerçekten de ortaya çıkıyor (Farewell şarkısına özellikle dikkat). Yan rollerde pek az gözüken Justin Timberlake ve Adam Driver döktürmüş. Girls yüzünden hiç sevmesem de, Adam Driver kendini affettirdi bana bu filmde.

Sonuç olarak, çok daha iyi Coen filmleri izledik. İlla sınıflandırma yapmak gerekirse, bu biraz daha A Serious Man’in yanına koyabileceğimiz ve o kadar sevebileceğimiz bir iş olmuş, Bir Coen filmi olarak bakmamalı belki de, sadece sunduğu tecrübeye ve o dönemin müziklerine, hayatlarına kendimizi kaptırmalı. Filmin sonu geldiğinde içinde olduğunuz dünyayı ne kadar da benimsediğinizi anlayacaksınız.

Oscar Adayları 2014: The Wolf of Wall Street

$
0
0
Martin Scorsese'nin kariyerini 10'ar yıllık periyoda bölsek, bana göre 90'lardaki başyapıtı Goodfellas, 2000'lerdeki The Departed ise, 2010 sonrası için de The Wolf of Wall Street diyebilirim rahatlıkla. 72 yaşındaki usta yönetmen, WoWS ile kariyerinin sonlarına doğru 'bu yaştan sonra başım ağrımasın' deyip daha orta halli filmler çekmeye yönelmek yerine çekinmeden tüm kariyeri içindeki en cesur adımlardan birini atıyor. Bence adeta şöyle diyor bize: ben kariyerimde zaten yeterince iyi ve takdir görmüş filme imza atmışım. Hak ettiğim ödülleri de övgüyü de zamanında almış bir yönetmenim. Bu saatten sonra benim kendimi kimseye beğendirmeye, sırf daha fazla ödül almak adına tribünlere oynayacak hesaplı filmler çekmeye ihtiyacım yok. İşte buyrun son filmim. İster beğenin, ister beğenmeyin, 'I don't give a fuck!'.


Esrarım var, param var, borsacıyım havam var

Sinopsisi tekrar tekrar yazıp uzatmanın alemi yok, zira kendini açıklayan da bir adı var filmin. Ben aylardır filmle ilgili olan tartışmalarla ilgili bıdı bıdı etmek istiyorum biraz. Filmin kadın düşmanı olduğu tartışmalarına ve yolsuzluğu, alkol, seks ve uyuşturucuyla dolu bir yaşam tarzını övüp özendirdiği iddialarına kesinlikle katılmıyorum ve bu konuda da herkesle oturup tartışabilirim. Ana kahramanımız tam bir süt oğlan olarak Wall Street'e girmiş, daha sonra borsa simsarı Mark Hanna (Matthew McCounaghey'in 5 dakikalık muazzam performansıyla) ile tanışıp iyice yoldan çıkıp piyasanın kaşarı haline gelen Jordan Belfort. Bu adam kelimenin tam anlamıyla, özür dileyerek söylüyorum, "puşt"un teki. Kurduğu şirketi ile çevirdiği binbir dalavereden kazandığı parayla yoldan çıktıkça çıkan, ofiste seks ve uyuşturucuya izin veren, hatta kendisi de kullanmaktan ve düzüşmekten geri kalmayan bu adam ve ekip arkadaşları üzerinden Scorsese bize açıkça diyor ki "sen bu adamların yaptıklarını, yaşam tarzını, kadınlara olan tutumunu onaylıyorsan ve bu rezil yaşam tarzına özenip aynı şeyleri yaşamak istiyorsan, çok açık ki sen de puştun tekisin." Filmdeki tüm erkek karakterler, özünde birer 'loser'. Kimsenin partilerine çağırılmadıkları için kendi partilerini yapmaya karar veren tipik Amerikan gençliği gibi bunlar. Sadece milleti dolandırıp kara para aklamanın yolunu bulmuşlar hepsi bu. Cepleri para, burunları kokain, çükleri de vajina görmüş 3-5 kaybeden ve ezikten başkası değiller özlerinde.

Margot Robbie'nin bana göre güzelliğinin arkasına sığınmayıp yılın en iyi çıkış yapan performanslarından birine imza attığı Jordan'ın karısı Naomi karakteri, filmin en güçlü kadın karakteri. Gözüken çoğu kadının fahişe olduğunu düşünürsek mecburen öyleymiş gibi gelebilir ama değil. Yeri geldiğinde Belfort'u parmağında oynatabilen, yeri geldiğinde saçmalıklarına karşı dik durabilen ve gerektiğinde çocuklarını uyuşturucu bağımlısı kocasına karşı koruyabilen bir kadın. Tırnak açıp Natalie Portman'ın bu yıl içinde feminizmle ilgili söylediğini alıntı yapayım hemen buraya: "Hollywood'taki genel algı, eğer 'feminist' bir hikaye çekiyorsanız, kadın karakterin kıç tekmeleyip kazanması üzerine kurulu. Bu feminist değil, bu maço. Zayıf ve hassas bir kadın da feminist olabilir eğer empati kurabileceğimiz sahici/gerçek bir karakter olursa." Bu yorumun üstünden incelersek, para avcısı aptal bir sarışın portresi çizip ucuza kaçmak yerine Belfort'a gerçekten aşık olan zayıf ve güçlü yanlarıyla çok da başarılı feminist bir portre çizmeyi başarıyor Scorsese ve Robbie. Diyeceğim odur ki, izlerken karakterleri yüzeysel ele alıp peşin hükümlü olmamakta yarar var. Hepsinde Scorsese'nin gösterdiğinden çok daha fazlası var çünkü.

Kurgu konusunda okuduğum tüm eleştirilerle ters düşünüyorum sanırım. 3 saat kimisine çok uzun gelmiş ancak her karesine ayrı ayrı öylesine aşık oldum ki ben bir 3 saat daha olsa izleyebilirdim ne yalan söyleyeyim. Şüphesiz atılsa filmin gücünü azaltmayacak pek çok sahne var ve Oscar sezonuna yetiştirilmesi için de biraz yalapşap hareket etmek zorunda kaldıkları bir gerçek. Aceleye geldiği de belli oluyor. Ama kırpılmamış ufak tefek yan hikayeler de filmin komedi yönünü beslediği için izlerken hiç dert etmedim. Bunlardan en eğlenceli yan öykülere sahip adam şüphesiz Jonah Hill'in canlandırdığı Donnie. Hill, 'yardımcı karakter' demenin ne olduğunu hakkıyla gösteren inanılmaz eğlenceli ve bana göre Leonardo'yu da destekleyen harika bir oyunculuk sergiliyor. Kendisine bahşedilen esprilerin komikliği bir yana da, ben bilhassa hafiften gay imajı veren el hareketleri ve konuşmalarının hastası oldum.


Gelelim canımız ciğerimiz Leo'ya... "Leonardo'ya Oscar verin!!" diyen ağlaşan internetteki kalabalık grubun bir parçasıyım ben de. Bunda gerçekten ödülü hak ettiğini düşünüyor olmamızın yanı sıra 80 sonu - 90 başı çocukları için yerinin ayrı olmasının getirdiği duygusallık da çok büyük. Bir dönem için James Dean, Marlon Brando neyse 90'lar için de akla gelen birkaç ikondan biridir Leonardo. Romeo + Juliet ile başlayan bu "genç kızların sevkülüsü" imajı Amerika'da olduğu gibi Titanic ile de zıvanadan çıkmıştı biliyorsunuz. Hatta bazı eski filmleri bile bunun kaymağını yiyerek Titanic'ten sonra gösterime girmişti bizde (95 yapımı The Basketball Diaries ve 96 yapımı Marvin's Room, 98 yılında vizyona girdi). Bunun dönüp adamın kariyerinin başını yememesi beklenemezdi elbet. İyi yönetmenlerle hep iyi proje seçimleri yapıp imajdan sıyrılmayı başardı başarmasına ama kaybettiği nokta da bu oldu bana kalırsa. Geçen sene Django Unchained yazımda da aynı şeyleri söyledim yine tekrarlıyorum: son 12 yıl içinde bir tane bile bağımsız ya da düşük bütçeli, ya da diğer bir deyişle "ufak" bir yapımda yer almış, bir tane vasatın altında film çekmiş değil. Danny Boyle'dan Scorsese'ye, Sam Mendes'ten Clint Eastwood'a Ridley Scott'a kadar hep iyi isimlerle daha risksiz projelerin altına girdi. Bunların altından başarıyla kalktı kalkmasına ancak kariyerini çöpe atacak riskli roller almaktan hep kaçındı. Mesela reddettiği Amerikan Sapığı rolünü oynayan Christian Bale çok mu matah bir aktördü, değil. Ama büyük bir özveriyle her türlü rolü oynadı neredeyse. Bugünse o adamın Oscar'ı var.

Hak edip etmediği tartışmalarını kenara koyarsak filmdeki performansıyla ilgili şunu söyleyebilirim gönül rahatlığıyla: The Wolf of Wall Street'in beyni Scorsese ise kalbi de kesinlikle DiCaprio. Herkesin eleştirmekten bıkmadığı o abartılı oyunculuğu beni rahatsız etmek şöyle dursun, belki de ilk kez bu kadar yerinde, filmin tonuyla da bu kadar uyuşan ve ilk kez bu kadar keyif veren bir performans izledim. Komedi filmleri her daim böyle abartılı performansları kaldırır. Bir ton abartı seks ve uyuşturucu sahnesi olduğunu düşünürsek en çok da bu filme yakışması gerekir Leonardo'nun. Bunca yıl dram oynadığı için üzülmemek elde değil. Yalnızca kulüpten çıkıp arabaya gitmeye çalıştığı sekanstaki oyunculuğu bile kendi filmografisinde tepe noktası sayılabilir.

Filmin çok tartışılan 'ahlak'ı tamamen sizin nereden baktığınızla alakalı. İzlemeden önce, Scorsese'nin 90'larda Amerika Rüyası'nın dibine vurmuş Jordan Belfort'u yüceltmek, sevdirmek ve hareketlerini meşrulaştırmak gibi bir amacı olmadığını aklınızda tutmanızda yarar var. Bir yazar, Scorsese için sinemayı bu kadar seven bir adam yok demişti. The Wolf of Wall Street ile gerçekten de 50 yıllık kariyerinde halen kimsenin ne düşündüğünü dert etmeden, kendi sinema dilinden ödün vermeden, gerçek sinema sevgisiyle dinamik işler yapabilen nadir isimlerden biri olduğunu gösteriyor Scorsese. Kendi adıma eski yapımlara özlem duyup "artık böyle filmler çekmiyorlar" diye hayıflandığım nostaljik bir dönemde ufak bir başyapıt armağan ediyor bize. İnsan doğasının geçtiğimiz 20 senede gram ilerlemediğini de gösterir nitelikte. Aynı doyumsuzluk, yine aynı açgözlülük.

Oscar Adayları 2014: Jagten / The Hunt

$
0
0
Yaklaşık 6 sene kadar önceydi. Şu Work & Travel davasına New York'a gidip çalışıp para biriktirip ardından da kazandıklarımın hepsini yemek suretiyle eyalet eyalet gezecektim. Gitmesine gidip işin 'work' kısmını başarıyla yerine getirdim de New York dışı 'travel' hayallerim yalan oldu. Orada yaşayan falancanın falancası bir ahbapla o avenue senin bu street benim Manhattan'ı arşınlarken şu dünyalar tatlısı sarışın ecnebi çocuklarından birine denk geldik metroda. Her tatlı çocuk gören ülkem yetişkini gibi ben de gayri ihtiyari annesinin yanında araba içindeki çocuğa maymunluklar yapmaya başladım. Kadının anında yüzünü ekşitip rahatsız olduğunu çok açık bir biçimde belli etmesiyle ahbabımızın beni dürtüklemesi bir oldu. Kadının siması ve o an bana fırlattığı bakış bugün bile net olarak aklımdadır. Metrodan çıkınca abimiz, buradaki insanların çocuk istismarı konusunda çok hassas olduklarını uzun uzun anlattıktan ve bundan sonra iletişime geçmeyi bırak dönüp bakmamam bile gerektiğini sıkı sıkı tembihledikten sonra iyice anladım ki Jagten'in burada da işlediği konu bilhassa 'Batı' kültürleri için tam anlamıyla bıçak sırtı bir mevzu.

Bu yıl Danimarka'nın Oscar adayı olarak yarışa gönderilen Thomas Vinterberg filmi Jagten/The Hunt, bu bıçak sırtı konuyu ele alıp olayların iç yüzünü derinlemesine incelemeden, birbirlerini de gaza getiren bir kasaba halkı üzerinden kokuşmuş ahlak anlayışımıza ve o çok bayıldığımız 'vurun kahpeye'ciliğe dair mükemmel çıkarımlar yapıyor. Hem de neredeyse hiç beylik laf etmeden. Bu ve bunun gibi insan doğasına dair söylemlerde bulunan her filmde gözümüze çarpan ve benim de film incelemelerinde dile getirdiğim ortak şey Jagten'de de değişmiyor: "gerekli şartları hazırladığınız sürece insanın içindeki kötülüğün ortaya çıkması uzun sürmeyecektir".

Kahramanımız bir anaokulu öğretmeni Lucas. Çocuklarla sırf işi olduğu için değil, gerçekten sevdiği için oynadığı, onlara yardımcı olduğu her halinden belli. Eşinden boşanmış. Çocuğun velayetini de alamamış ancak Marcus'u görebilmek, yanına getirtmek için çaba gösteriyor. Senin benim gibi orta halli bir hayatı olan iyi bir adam Lucas kısaca. Aile yadigarı mahiyetinde arada bir gerçekleştirdiği avcılık keyfi var sadece. Bir gün en yakın arkadaşının kızı Klara, Lucas'ın kendisine cinsel tacizde bulunduğunun düşünülmesine yol açacak bir yalan ortaya atınca kasaba halkının gözünde 'av'a dönüşmesi uzun sürmüyor. Filmin aslında alakasızmış gibi görünen ancak ilerleyen kısımlarında değeri anlaşılabilecek harika bir açılış sekansı var bana kalırsa. Birbirine bu kadar bağlı, sıkı fıkı dostların, şartlar değiştiğinde kolaylıkla birbirlerine arkasına dönebileceklerini olabilecek en sade şekilde ortaya döküyor Vinterberg bu sahneyle.

Pedagog değilim ancak aklıselim her yetişkin hayal güçlerinin sınırları olmadığı bilinen çocukların kolaylıkla yalan söyleyebildiğini ve olmayan şeyleri uydurabildiklerini bilir. "Çocuklardan ve hayvanlardan korkarım" demişti filmin birinde bir karakter. "Çünkü yapacaklarının sonuçlarının düşünmedikleri için ne yapacaklarını asla bilemezsin". Bu anlamda bir çocuğun sözüne güvenip masum bir insanın hayatını hiçe sayan yetişkinlerin tavrından insanın midesinin bulanmaması mümkün değil. Küçük bir yalanla başlayıp olayların geldiği noktayı akıl almaz bulmuş olabilir her izleyen, ancak yazının girişinde bahsettiğim örnek film boyunca kafamı kurcaladığı için ikiyüzlü kasaba halkının verdiği tepkiler beni zerre kadar şaşırtmadı ne yazık ki.


Açık bir şekilde Vinterberg, bu hikayede Lucas'ın tarafını tutuyor. Seyirciyi etkileyecek, kendisini takdir ettirecek, sevdirecek ama yer yer de "artık bir şeyler yap, sinirlen be adam!" diye çileden çıkartacak sağlam bir karakter yaratmış. Ancak iyi yazılmış bir karakteri mükemmelleştiren kesinlikle Mikkelsen oluyor. Cannes'da bileğinin hakkıyla en iyi erkek oyuncu ödülünü evine götüren Mads Mikkelsen, tüm yaşadıklarına rağmen uzun bir süre sakinliğini ve terbiyesini bozmamaya çalışan Lucas rolünde takdire şayan bir iş çıkarıyor. Filmdeki diğer oyuncuların performansları da çok güçlü. Özel olarak öne çıkan biri olmadı benim için ancak Klara rolündeki çocuk oyuncu Annika Wedderkopp'a dikkat çekmekte yarar ver. Büyümüş de küçülmüş olmayan çocuk oyuncuları görmek her zaman mümkün olmuyor.

Dogma 95 akımını birlikte yarattığı Lars von Trier gibi çok uç noktalara sürüklemiyor belki insan doğası incelemesini ama Vinterberg, müthiş final sahnesiyle de pekiştirdiği filmi bittiğinde sessiz bir tokat yapıştırıyor suratımızın ortasına. Küçük bir kasaba üzerinden, sözde tertemiz ama özde kokuşmuş ahlakımıza, linç kültürümüze ve küçük beyinli toplumumuza gözümüze sokmadan verip veriştiriyor. Şunu anlıyoruz ki günümüzün "güya" modern orta sınıfının faşizmi başka hiç kimseninkine benzemiyor.

Oscar Adayları 2014: Her

$
0
0
Peşin peşin söyleyeyim, bu bir eleştiri yazısından çok, “Her”ün sinema tarihinde ne kadar da önemli bir film olduğuyla alakalı olacak. Sinemayla haşır neşir olma sebeplerimden, her işiyle ilham kaynağı olmuş bir isimdir Spike Jonze benim için. Herkesin nefret ettiği Nicolas Cage’in iki karakteri birden canlandırdığı Adaptationfilmini bile sapık gibi tekrar tekrar izlemişliğim vardır. Sonuç olarak, gelmiş geçmiş en iyi filmler listesine herkesin düşünmeden sokabileceği Being John Malkovich’in arkasındaki beyinden bahsediyoruz.

Zaten kendisinin çok fazla uzun metrajı yok. Yukarıda saydığım filmler dışında 2009 yapımı Where The Wild Things Were var bir de. Bir çocuk masalını bile içinden çıkmak istemeyeceğiniz bir maceraya dönüştürebilen Jonze, aslında uzun bir müzik video’culuğu döneminden geliyor. Aralarında Daft Punk, Beastie Boys, R.E.M., Björk gibi daha onlarca bildiğiniz ismin girdiği bir geçmişten bahsediyoruz.

Müzik video’culuğu demek, hikaye ve amacı geri plana atıp, konsept yaratabilmek demektir. Spike Jonze’un en büyük artısının bu olduğunu düşünüyorum. Zira uzun metraj geçmişine bakarsanız, muhteşem senaryoların dışında, yaratılmış bir konsept, bir düzen görürsünüz. O film, her ne kadar bizim dünyamızda geçiyormuşa çok benzese de, bir şekilde o kadar büyülü gözükmeyi başarır ki, aslında var olmayan bir evrenin içinde olduğumuzu her zaman biliriz. “Film evreni kurabilmek” denilen şeyi o kadar iyi biliyor ki, zaten filmleri daha ilk 20 dakikasında sağlam bir temele bastırdığını hissettiriyor.

Yazımın ana konusu olan Her ise, Jonze’un “evren yaratımı” hakkındaki tüm bilgilerini harmanlayıp önümüze sunduğu bir başka başyapıt. Konu çok açık, çok da uzak olmayan bir gelecekte, kendi düşünce yapısına sahip bir işletim sistemine aşık olan, Ted Mosby’den hallice bir adamın hikayesi bu.

Konusu tek bir cümlede açıklanabilen filmlere bayılıyorum. Her’ün derdi aşk ve inanın bana tek derdi bu. Yarattığı evrenin içinde kurabileceği milyonlarca hikayeye rağmen, Jonze her zaman değinmek istediği konuya değiniyor. Filmin gelecekte geçmesinin filme kazandırdığı, modern ilişkiler dediğimiz şu hepimizi - Amy Adams’in deyişiyle - “toplum tarafından onaylanmış delilere” dönüştüren hadiseyi iyice inceleyebilmek. Bunu açıklamanın önemli olduğunu düşünüyorum çünkü akıl-almaz bir bilimkurgu bekleyen bir kitlenin de olduğu malum.

Her’ün ne olduğunu anlamadan önce, neye hizmet ettiğini anlayabilmek şart. Hafif bir filmle karşı karşıya değiliz kısacası. Kendinizle ve insanlarla olan ilişkilerinizle alakalı bir kaç hadiseyle yüzleşmek veya bir kaç flashback yaşamak istemiyorsanız bu filmden uzak durmalısınız mesela. Çünkü Spike Jonze, “aşk” ve “sahip olma” duygularını o kadar derinlemesine yazmış ki, sonunda insanların neden iletişim bozukluklarına ve özgüven eksikliğine sahip olduklarının ufak bir yol haritasını çıkarmış.

Filmle ilgili en çok konuşulan şey bu "yapay zeka"nın ne kadar da çok Apple'ın Siri teknolojisine benzediğiydi. Bu tarz günümüzdeki teknolojilere gönderme yapan o kadar çok icat var ki filmin içinde. Örneğin tüm salonu kaplayan hologramlı oyun konsolu en başarılı fikirlerden biriydi. Film tabii ki günümüzdeki teknoloji çılgınlığına bir torba gönderme yapıyor, ama bu asla filmin bel kemiği değil. Bu yüzden oturup filmi gelecekle ilgili bir vizyon olarak okumak saçma. Spike Jonze teknolojinin insanda yarattığı ve yaratabileceği değişiklikler üzerine konuşmaya çalışıyor, ama asla tek derdi teknoloji değil. Bu yüzden de filme bu açıdan yaklaşmak ve geleceğe dair muhteşem fikirler bulamadığınıza üzülmek sadece filmden alabileceğiniz zevki köreltmek olur.

İlk defa kendi uzun metrajlarında Where The Wild Things ile co-writer’lığa bürünmüştü Jonze. Bu sefer senaryoda direkt onun imzası var. Kendi yazıp yönettiği ilk filminde neden ful kontrol sahibi olmak istediğini, filmin her sahnesinden anlayabiliyorsunuz. İyi planlanmadığı takdirde, Her’ün hikayesi ve inandırıcılığı aslında bir saniyede yok olabilecek kadar uç noktada duruyor. Ancak Spike Jonze, her zaman bunun gelecekle ilgili olmadığını ve şu an yaşadığımız “modern şehir insanı problemleri”nin ne kadar uç noktalara gelebileceğini ufak bir nüansla göstermeyi beceriyor.


Filmin yönetmeninden bu kadar bahsediyorum ama tabii ki Joaquin Phoenix tarafından yaratılmış asosyal romantik Theodore karakterini izlemek oldukça keyifli. Phoenix aday olamadı ama Matthew McConaughey ve Leonardo Di Caprio savaşı arasında Oscar'ı alamazdı muhtemelen. Walk The Line’daki performansıyla alamadığı heykelciği bu filmle evine götürmesi de pek mümkün değildi zaten. Scarlett Johansson ise kendisine aşık edebilmek için görünmesi bile gerekmediğini kanıtlıyor. Daha Theodore ile ilk tanıştıkları sahnede bile – tabii ki zekice yazılmış o diyalog ile – Johansson’ın içtenliğine ve yakınlığına hemen kanıyorsunuz. Aslında o sahne bile Theodore için bu “kadının” ne ifade edeceğini belirleyen niteliklere sahip. Amy Adams’ı ise en son American Hustle’da izleyen tayfa çok şaşıracak çünkü kendisi bu filmde yanakları sıkılası şirinlikte ve şuh bir kadın olmaktan çok daha farklı bir noktada. Canlandırdığı karakterin adının da Amy olması bu hususta oldukça manidar.

Her’ün bu Oscar yarışında “en iyi senaryo” hariç bir şey alacağını düşünmüyorum. Ama bu film eğlencelik bir seyirlikten çok daha fazlası, o yüzden konu Oscar alıp alamaması bile değil bence. Spike Jonze az ama öz filmografisine bir başyapıt daha ekleyerek emin adımlarla ilerliyor. Yaşayan en önemli yönetmenlerden biri olabilmek zaten bayağı zor elde edilen bir ünvan ama, bunu daha ilk uzun metraj filminde kanıtlamak, olayı bambaşka bir boyuta taşıyor diye düşünüyorum. Being John Malkovich’in tek seferlik bir “şans” olmadığını gösterebilmek ve adını bir filmle değil, filmlere olan bakış açısıyla duyurabilmek her yönetmenin hayali olsa gerek. Her ise Spike Jonze’un bu hayalini gerçekleştirdiğinin kanıtı.

Only Lovers Left Alive

$
0
0
Jim Jarmusch sineması seyirciyi kolaylıkla içine alan bir sinema olmamıştır hiçbir zaman. Açıkçası Dead Man dışında sinemasını sevmek için hep biraz fazla çaba göstermem gerektiğini hissettiğimden tam anlamıyla ısınmayı da başaramıyorum. Son dönem işlerinin de pek parlak olmadığını düşünürsek yeni filmleri için meraktan öldüğümü söyleyemem. Dayanamayıp yarıda bıraktığım Limits of Control ve Bill Murray hatrına katlandığım Broken Flowers'tan sonra sinemasından da umudu kesmiştim ne yalan söyleyeyim. Ancak Jim Jarmusch yönetiminde Tilda Swinton ve Tom Hiddleston'lı bir vampir filmi neresinden baksanız merak uyandırıcı bir fikir.

Bence yılın en iyi açılış sekanslarından biriyle Wanda Jackson'dan Funnel of Love eşliğinde açılıyor film. Ayrı kıtalarda ayrı dünyalarda kendi odalarında uzanmışlar. Kamera baş döndürücü bir şekilde havadan odaklanıyor iki aşığımıza: Adam ve Eve (burada yerinde olmuş belki ama şu Adem ile Havva göndermeleri de bi bitemedi). zombiler diye hitap ettiği insanlardan iyiden iyiye bunalmış olan Adam'a bu yaşam fazla gelmeye başlamışken, dünyanın öbür ucundaki Eve ise yüzyılların ardından halen hayattan keyif almayı başarabilecek kadar üst seviyede dinginliğe ulaşmış. Adam'ın yaşadığı depresyonu hisseden ve ayrı kalmaya dayanamayan Eve, Orta Doğu'daki sakin hayatını bırakıp rock müzik endüstrisine gizlice sızmış olan Adam'ın Detroit'teki evine taşınıyor.

Bu kavuşmanın eski meseleleri deşip flashback'lerle ikilinin kişisel tarihlerine göz atmamıza olanak sağlayacağını umuyorsanız yanılıyorsunuz. Bu hikaye ikilinin günümüzdeki birkaç haftalık macerasından ibaret sadece. Neler atlattıklarını, neler görüp geçirdiklerini bize anlatmayı ya da göstermeyi seçmiyor Jarmusch (bu şüphesiz çok şenlikli bir tercih olurdu onun için). Bunun yerine hissettirip düşündürtmeyi seçiyor. Bilimadamlarından, sanat adamlarına, gitarlar üzerinden başlayan müzik tarihine uzanan kısa kısa muhabbetlerle zaten neler yaptıklarına dair azbuçuk fikir sahibi oluyoruz. O kadarı da yetiyor nitekim.

Her zamanki karamsar ve depresif yapısına yine kendine özgü mizahını da eklemeyi başarmış yönetmen. Sanat tarihine ve popüler kültüre yapılan ufak göndermeler kahkahaya boğmuyor elbette ama çoğu kişiyi gülümsetmeyi başaran tatlı bir mizah pompalıyor damarlara. Darwin, Shakespeare ve Shopen esprileri bir yana Adam'ın ufak tefek menajeri üzerinden yapılan müzik endüstrisi eleştirileri ve şakalarına ayrıca bayıldım.


Eve'nin baş belası kız kardeşi rolünde Mia Wasikowska, klişe bir karakter olsa da, filme girişiyle beraber hikayeye bir dinamizm katmayı da başarıyor. Zaten müthiş bir oyuncu ve bomba gibi bir kariyer inşa ediyor kendisine. Son zamanlarda en beğendiğim genç oyunculardan biri Anthon Yelchin'le kısa süreli ama güzel de bir ikili olmuşlar. Filmin ağır toplarından John Hurt yeteri kadar ekran şansı bulamıyor, fakat kendisi John Hurt sonuçta. Jeffrey Wright da kısa süresinde herkesi güldürmeyi başardı.

Gelelim hayatta kalan aşıklarımıza: en beğendiğim oyuncu performansları hiç çaba göstermiyormuş gibi duran ama aslında harikalar yaratan oyuncularınki olmuştur her daim. Geç keşfettiğimiz Tom Hiddleston ve Tanrıçamız Tilda Swinton, hikayeyle birlikte giderek yükselen doğal karizmalarıyla izleyeni adeta dövüyorlar. Bu 'cool' hallerini öylesine doğalmışçasına satıyorlar ki size, ilişkilerinin yüzyıllar önce başladığına ve az önce iki kadeh 0 rh (-) kan içtiklerine rahatlıkla inanabilirsiniz (kabul edelim, Tilda Swinton henüz 'come out' olmamış bir vampir zaten). Swinton üstüne ben daha fazla söyleyecek bir şey bulamıyorum açık konuşmak gerekirse. Benim için Nirvana'ya ulaşmış, aktristliği yemiş bitirmiş insanüstü birisi kendisi. Karizması karşısında ezildikçe ezildim film boyunca. Tom Hiddleston'ı ise Thor'daki Loki rolüyle tanıdığımız için kendisi kariyerine Tanrı olarak başlamıştı zaten. Çıtayı düşürmeden de devam ediyor bana kalırsa. Dediğim gibi geç keşfettik ama en azından keşfetmiş olduğumuz için sevinmeliyiz. Del Toro'nun Crimson Peak filminde Cumberbatch'in de yerini aldı. Nasıl harikalar yaratacak kimbilir.

Her filminde müzik tarihi bilgisini de konuşturmaya devam eden Jim Jarmusch, yine harika bir soundtrack'e imza atmış. Filmin sonlarına doğru karşımıza çıkan ve Eve'in "her name is Jasmine" diye bahsettiği Lübnan'lı şarkıcı Yasmine Hamdan'ın söylediği 'Hal' ve Charlie Feathers'ın 'Can't Hardly Stand It' ise favorilerim. Only Lovers Left Alive, seveceğiniz mi bilmiyorum ama her anlamda 'cool' ve görülmeye değer bir sinema örneği. Dracula ile başlayan vampir külliyatının iyiden iyiye itibarsızlaştırdığıldı şu dönemlerde, en azından taze kan arayanların izlemesinde sakınca yok (böyle de kelime oyunlu bir cümleyle yazıma son vermiş olayım).

BAFTA 2014 Ödülleri sahiplerini buldu

$
0
0
BAFTA ödülleri sahiplerini buldu. Sezona epey iddialı giren ancak son dönemlerdeki ödüllere pek de ağırlığını koyamayan 12 Years A Slave, en iyi film ödülünü aldı almasına ama törene damgasını vurduğunu söylemek zor. Oscarlar ile her zaman örtüşmüyor olsa da bu seni belli bir filmin ödülleri silip süpürmeyeceğini de tahmin etmek zor değil. Lupita Nyong'o'ya gitmesi beklenen ödül bir kez daha Jennifer Lawrence'a gitti. Şu aşamada Lupita Oscar'ı alırsa sadece ve sadece Jennifer Lawrence henüz geçen sene ödülü kucakladığı için olacaktır. Erkek oyuncu dalında Chiwetel Ejiofor sürpriz yaparak ödülü kazandı, yine de Oscar yarışında Matthew McConaughey'den geride. Zira McConaughey BAFTA'larda aday değildi.

Gravity, teknik başarısının rüzgarını da arkasına alarak emin adımlarla ilerliyor. Emmanuel Lubezki'nin senelerdir hak ettiği görüntü yönetimi ödülünü bu sene kazanmaması pek olası değil gibi. En iyi filmi kim alırsa alsın, Alfonso Cuaron'un yönetmen Oscar'ını kucaklayacağı kesinleşti. Çok büyük bir sürpriz yaşanacağını sanmıyorum. Kurgu ödülü ise beni çok sevindirerek şüphesiz en hak eden ve bu yılın hakkı yenen filmlerinden Rush'a gitti.

Kazananlarsa şöyle;

Film: 12 Years A Slave
İngiliz Filmi: Gravity
Yönetmen: Alfonso Cuaron - Gravity
Erkek Oyuncu: Chiwetel Ejiofor - 12 Years A Slave
Kadın Oyuncu: Cate Blanchett - Blue Jasmine
Yardımcı Erkek Oyuncu: Barkhad Abdi - Captain Phillips
Yardımcı Kadın Oyuncu: Jennifer Lawrence - American Hustle
Özgün Senaryo: American Hustle - David O. Russell & Eric Singer
Uyarlama Senaryo: Philomena - Steve Coogan & Jeff Pope
Debut: Kelly + Victor - Kieran Evans (Yönetmen/Senarist)
Kurgu: Rush - Daniel P. Henley & Mike Hill
Görüntü Yönetimi: Gravity - Emmanuel Lubezki
Prodüksiyon Tasarımı: The Great Gatsby - Catherine Martin & Beverly Dunn
Kostüm Tasarımı: The Great Gatsby - Catherine Martin
Özgün Müzik: Gravity - Steven Price
Makyaj & Saç: American Hustle
Ses: Gravity
Görsel Efekt: Gravity
Yabancı Film: The Great Beauty
Belgesel: The Act Of Killing
Animasyon: Frozen
Yükselen Yıldız: Will Poulter
Kısa Animasyon: Sleeping With The Fishes
Kısa Film: Room 8

Oscar Adayları 2014: Dallas Buyers Club

$
0
0
Bu seneki Oscar yarışının 'erkek oyuncu' ve 'yardımcı erkek oyuncu' dallarındaki en iddialı isimlerinden biri Dallas Buyers Club. Öncesinde The Wolf of Wall Street’i seyretmiş olmam sebebiyle kesinlikle bu filme (daha içeriğini bile bilmeden) şans vermiyordum. Filme başladığım sıralarda da kendime daha iyi olamayacağının önyargısını çoktan koymuştum. Ama daha ilk 20 dakikasında, Dallas Buyers Club çok farklı sulara açılacağının sinyallerini veriyor. Dram dolu bir AIDS filmi izleyeceğini düşünenler varsa çok yanılıyorlar, zira bu film çok “karanlık”.

Öncelikle filmin yapım aşamasından biraz bahsetmekte fayda var. Filmin senaryosu için Craig Borten çalışmalara 1992’de başlıyor. Ana karakterimiz Ron Woodroof, AIDS’den ölmeden bir ay önce yanına giden Borten, onunla röportajlar yapıyor ve kişisel günlüklerine erişim sağlıyor. Woody Harrelson’ın başrolünde olacağı bir projeyle 90’ların ortasında film çekilmeye çalışılıyor ama finansal sıkıntılar yüzünden proje iptal oluyor. Başrol için Brad Pitt ve Ryan Gosling’in isimleri geçmeye başlıyor 90 sonlarında ama yine olmuyor. Bu sırada onlarca kez senaryoyu tekrar kaleme almış olan Borten sonunda Jean Marc Valle ile anlaşabiliyor ve film 2013’te Matthew McConaughey başrolünde çekilmeye başlanıyor. Üstünde yaklaşık 21 senedir uğraşılan bir senaryo var yani karşımızda. Çok düşünülmüş, incelikle değil zamanla damıtılmış. Matthew McConaughey’in kastı yapıldığında Ron Woodroof’un kız kardeşi çok mutlu olmuş ve Brad Pitt ve Ryan Gosling’e göre onun bu role daha uygun olacağını söylemiş, çünkü McConaughey ve Woodroof kişilik olarak benziyorlarmış. Kadının yapabildiği karşılaştırmaya bakın, projenin kimlerin elinden geçtiğini bunca senedir bir hayal edin, vay anasını değil mi?

Film bir AIDS hastasının hayatına odaklanabilecekken bunu yapmıyor ve silahını tamamen Amerika’ya ve kanunlarına yöneltiyor. HIV virüsüne yakalanan Ron Woodroof, o zamanlarda insanlarla denemeleri yeni başlamış olan AZT hapından kullanmak istiyor. Ancak doktorların ona söylediği şey, bunun bir deneme olduğu ve hastaların yarısına placebo, yarısına gerçek hap verildiği. Ron’un tepkisi “yani ölümle boğuşan insanlara şeker hapları mı veriyorsunuz?” oluyor ve durum gerçekten de bu kadar vahim. Ron’un gözü kara. Hastane çalışanlarından birini kandırıp para karşılığında AZT satın almaya başlıyor, ancak bu hastalığına yardımcı olmuyor. Meksika’daki bir doktora yönlendirilen Ron, burada AZT’nin aslında insanları zehirlediğini öğreniyor. Meksika’da tanıştığı doktor, kendi kliniğinde ve başka bir tedavi yöntemiyle hastaların bağışıklık sistemlerini yükseltmeyi ve yaşatmayı başarıyor. Ama bunu yapmak için kullandığı ilaçlar Amerika’da “onaylanmamış” olduklarından, insanlar AZT ile kazıklanıyor. Dallas Buyers Club fikri hemen oracıkta Ron’un aklına geliyor. Sınırdan geçirilecek kolilerce ilaç ve kurtarabileceği onlarca AIDS hastası… 


Farkettiyseniz daha ana karakterlerimizin özelliklerini bile anlatamadım durum bilgisi vermekten. Ron Woodroof geçimini rodeo yaparak sağlayan ve “kovboy” tanımının daha modernize edilmiş bir versiyonuna tamamen uyan bir adam. İçkisi, kokaini ve kadınları eksik olmuyor. Kadınlar derken çoğunlukla hayat kadınlarından bahsediyorum. AIDS olmuş bir arkadaşlarından bahsederken ona “ibne” diyor. Çünkü o zamana göre sadece “ibne”ler AIDS kapabilir anlayışı hakim. İşte Ron Woodroof karakterinin güzelliği de bu içinde yaşadığı kontrasttan geliyor. Alabildiğine homofobik bir adamken, arkadaşları AIDS olduğunu öğrendiğinde ona eşcinsel muamalesi yapıyorlar. Ron’un geçirmek zorunda olduğu “değişim”in sadece AIDS’le alakası olmaması ve bunun tamamen karakterin derinliğiyle alakalı olması onu daha da muhteşem kılıyor. Ron, Dallas Buyers Club’ı açtığında tabii ki müşterilerinin çoğunluğu eşcinsellerden, transeksüellerden ve hayat kadınlarından oluşuyor. Ron sertliğini kaybetmese de ortama ayak uyduruyor. Ama tabii ki bunun en büyük sebebi, oyunculuğuyla büyüleyen Jared Leto’nun canlandırdığı Rayon karakteri. Rayon bir travesti ve aynı Ron gibi AIDS hastası. İlk tanışmalarında kendisine dokunmasına bile izin vermeyen Ron’un bir numaralı müşteri sağlayacısı olması uzun sürmüyor. Ve işte Dallas Buyers Club’ın hikayesi de burada başlıyor. Amerikan hükümetini kandırıp, onlar tarafından onaylanmamış ilaçları satmak tabii ki de kolay değil, ama Ron’un tedavisiyle sağlığına kavuşan insanlarsa hükümetin yalan söylediğinin kanıtı. Let the games begin! 

Gelelim filmin adaylıklarına. En baba ödüllere (En İyi Film, Senaryo, Erkek Oyuncu, Yardımcı Erkek Oyuncu) aday olan filmin en iddialı olduğu alan oyunculuk kategorisi bence. “Bu senede mi Leo alamayacak?!” diye yakınanlara benim cevabım "EVET!". Leonardo DiCaprio’nun performansının kötü olduğu gibi bir şey söylemiyorum kesinlikle. TWOWS’i izlediğimde kesinlikle büyülendim ve her ne kadar adamı sevmesem de “artık bu sene alacak galiba ya…” dedim içimden. Taa ki Matthew McConaughey’in oyunculuğunu görene kadar. Bir yandan her mimik, her bakış özellikle çalışılmış gibi, diğer yandan da o kadar doğal ki. Ölmeden önce bir şeyler kanıtlamaya çalışan ama her seferinde bunun ne kadar beyhude olduğunu gören adamın hüznünü çekip alabiliyorsunuz herifin içinden. Öbür tarafta Leo’nun içinden alabildiğimiz şeyler muhteşem uyuşturucu kafaları ve bir Wall Street dallaması.


İşte bu noktada sinemaya nasıl baktığımız devreye giriyor. Eğer sonsuz bir eğlence ve şovsa olayımız, Scorsese’nin son denemesi kesinlikle yılın en iyi filmi. Ama eğer dramasından çok davası olan filmler derdindeysek, Dallas Buyers Club o ödüllerin hepsini hak ediyor. Açıkçası, akademinin ne derdinde olduğunu düşünmeyi Yüzüklerin Efendisi’ne ödül verdikleri sene bıraktım ben, o yüzden en iyi film konusu tamamen muamma. Zaten Dallas Buyers Club'ın en büyük iddiası oyunculuk kategorilerinde diye düşünüyorum. Jared Leto’nun ise şansı yüzde yüz kesinlikle. Zaten yanında olduğu adayların arasında bile kolaylıkla sıyrılabilecek bir karakter yaratmış olması belki de en büyük şansı. Golden Globe’u aldığında uzun süredir film yapmadığını ve bunun güzel bir sektöre dönüş hediyesi olduğunu söylemişti. Özlemiştik zaten, bırak 30 Seconds To Mars’ı artık diyesi geliyor insanın. İyi ki dönmüş, çok güzel dönmüş, Oscar her türlü onundur bence.

Filme çok önyargılı bakmayın demeyeceğim, ben de öyleydim çünkü. Buna rağmen her karesinde beni şaşırtmayı ve etkilemeyi beceren bir iş olmuş. Üstünde yıllarca uğraşıldığı, düşünüldüğü çok belli. Vurulmak istenen nokta belirlenmiş ve hep oraya oynanmış, hedef sapmamış. “AIDS filmi” deyip geçmeyin, yanarsınız!

!f İstanbul 2014: Under the Skin

$
0
0
Jonathan Glazer'ın bundan önceki iki uzun metrajını da izlemişliğim var. İlk filmi Sexy Beast'in, Ben Kingsley'nin muazzam performansının da etkisiyle, iyi bir film olduğu konusunda çoğumuz hemfikiriz sanırım. İkinci filmi Birth'ü ise yeryüzünde beğenen tek insan olma ihtimalim çok yüksek. Gösterildiği dönem içeriği epeyce tartışılan filmi hem eleştirmenler hem seyirciler yerden yere vurmuşlardı. Sean'ı oynayan çocuğun ikna edici olmaktan çok uzak olması dışında ben halen gayet de ilgi çekici bir film olduğunu düşünüyorum ama bu konuda çoğu kişi bana katılmayacaktır.

Yeni işi Under the Skin ile yine çoğu kişiyle ters düşeceğimi biliyorum. Film genel olarak sevilmedi gibi duruyor ama öyle değil. Gördüğüm kadarıyla izleyen çoğu kişi karşımızdaki işin "garip", "uçuk" ve "acayip" olduğunu kabul etmekle birlikte Glazer'ın bize gösterdiğinden çok daha fazlasını anlattığını, tüm bu garipliğinin altında entellektüel anlamda dolu dolu bir film sunduğu konusunda hemfikir. Beğenmeyenler ise rahatlıkla diğer tarafın anlamadığı konusunda diretebilirler. Normalde böyle sürreal işlere balıklama atlıyor olmama rağmen yönetmenin stilinden dolayı olacak, özellikle ikinci yarısında filme karşı olan tüm ilgimi kaybettim. İlk yarının görsel çekiciliği ikinci yarıda yerini, tekrarlayan ve sıkıcı bir anlatıma bırakıyor. Bunda sanıyorum Scarlett Johannson'ın oynadığı uzaylı ablamızın "nereden geldi", "ne yapmaya çalışıyor""neden öldürüyor" gibi sorular sormamıza sebep olacak, merakımızı cezbedecek bir karakter olmasına rağmen sorularımıza cevap alamayacağımızı fark ettiğimizde ilgimizi kaybediyor oluşumuzla alakası var. Ben bi yerden sonra neler olacağı düşüncesini bir kenara bıraktım ve o anda hikaye benim için tüm cazibesini kaybetti. 

Hikaye, İskoçya'yı mesken tutuyor. Nereden geldiğini naptığını pek de çözemediğimiz Laura'yı alıyor merkezine. Uzaylı olan bu ablamız kamyonetiyle sokakları arşınlarken adres sorma bahanesiyle erkeklere yaklaşıyor ve halihazırda Scarlett Johansson gibi seks ikonu bir kadın tarafından canlandırıldığı için erkekleri ağına düşürmesi de uzun sürmüyor. Kıssadan hisse: demek ki napmıyormuşuz, Scarlett Johansson gibi bir kadın arabasıyla sizi gideceğiniz yere kadar bırakayım derse binmiyormuşuz. Gerçek hayatta Alyenler vücudunuzu ele geçirmez belki ama en iyi ihtimalle böbreğinizin birini kaybedersiniz dostlar. 
  

Genel anlamda tüm ışık, kamera oyunlarına ve görüntü yönetmenliğine bayılmış olmakla birlikte Glazer'ın bize anlatmaya çalıştıklarını tam anlamıyla çözebildiğimi ve bunları çözmeye çalışmaktan keyif aldığımı söyleyemem. Tüm film içindeki onca rahatsız edici sahneye rağmen bir aile dramının yaşandığı sahilde geçen sahne bana göre filmin en çarpıcı yeri. Hikayenin gidişatıyla çok alakasız ama karakterin duygusuzluğunu ve filmin geri kalanında yaşayacağı dönüşümü ifade etme açısından çok da yerinde. Aynı şekilde Elephant Man-vari adamla olan sahneler de karakterin geliştirdiği duyguları resmetmesi açısından güzel. Bu noktada durup Scarlett Johansson'ın son derece minimal ve sade performansından bahsetmekte yarar var. Bu filmde neredeyse tamamen soyunuyor olmasına ve kabul edelim çoğumuzun merak ettiği vücudunu tam anlamıyla sergiliyor olmasına rağmen, bugüne kadar oluşturduğu 'seks ikonu' imajını ilginç bir şekilde parçalamayı başarıyor. Yine seksi, baştan çıkarıcı bir surette karşımızda elbet ama gayet mütevazi vücuduyla aslında o hep çizilen, vurgulanan "Tanrıça Scarlett Johansson" görüntüsünden uzaklaştığını kanıtlıyor. "Lost in Translation"dan bu yana ilk kez bu kadar doğal, ilk kez bu kadar "ben buyum işte" diyen bir performans var karşımızda.  

Glazer'ın son işi, ikinci yarıdaki ağır aksak ilerleyişi ve tutturduğu stilin bana göre olmaması sebebiyle çok keyif aldığım bir iş olmadı ama hiçbir şey anlatmayan bomboş bir film olduğunu söylemek de büyük haksızlık olur. Herkese göre değil, orası kesin. Ancak yönetmen de herkes beğensin, herkes izlesin derdinde olsaydı karşımıza çok daha farklı bir film ve Johansson sunardı herhalde. 

Şarkı Söyleyen Kadınlar

$
0
0
Açık konuşayım bir Reha Erdem filmi izlediğimde yazmaya elim gitmiyor genelde, zira ne söyleyeceğimi, nasıl incelemem gerektiğini, hangi noktalara değineceğimi pek bilemiyorum. Jîn'i kaleme alırken de benzer bir sıkıntı yaşamış olmakla beraber Şarkı Söyleyen Kadınlar, bu konuda tüm Reha Erdem filmografisine fark atıyor. Daha önce hiçbir Reha Erdem filminden kendimi bu kadar uzak hissetmemiş, hiçbir filmini bu denli nasıl bir çıkarım yapmam gerektiğini bilmez bir halde terk etmemiştim sanırım. Jîn, sade anlatımı, tüm yalınlık ve saflığıyla sizi perdeden uzaklaştırmadan derdini anlatabilen bir filmdi. Yönetmenin filmleri içinde yukarılara koymasam da salonu kafa karışıklığı içinde ne hissettiğimi bilmez bir halde terk etmemiştim en azından.

Açık konuşayım konudan bahsetmek istiyorum ama nasıl toparlarım bilmiyorum, zira benim için adamakıllı bir sinopsisi bile yok filmin. Deprem nedeniyle boşaltılma kararı alınan İstanbul'un adalarından birinde geçiyor. Tüm tehlikeye rağmen adayı bırakmayan istemeyen bir grup sakin var. Bunlardan Esma (filmin başlarında süper güçleri olduğuna ya da ilahi bir güç taşıdığına inandırılıyoruz), yanında çalıştığı lanet yaşlı bir adam, onun aklını yitirmiş oğlu Adem, Adem'in sonradan adaya gelen karısı ve Esma'nın adada rast geldiği Meryem arasında geçiyor. Tüm bunların arasında ne olduğu bilinmez bir hastalık yüzünden tüm film boyunca ölmeye devam eden bir sürü at ve bir görünüp bir kaybolan geyik var. Reha Erdem her söyleşisinde filmlerinde metafor kullanmadığı, bize geyik gösterdiyse sadece geyik olduğunu söylüyor. Ancak bu açıklama benim için filmi daha da 'sevilemez' kılıyor sanırım. Filmin başından beri bir sürü at öldürdüyseniz ve sürekli tekrarlanan bir geyik imgesi varken belli ki siz bize bir şeyler anlatmaya çalışıyorsunuz. Hal böyleyken çıkıp da 'onlar sadece attı' demek de biraz izleyiciyi aptal yerine koymak oluyor. Bu noktada parantez açma ihtiyacı hissettiğim ikinci husus da hayvan hakları konusunda. Radikal bir hayvan hakları savunucusu olmaktan çok uzak bir insanım ama çekimler sırasında o atların gerçekten öldürüldükleri mi yoksa uyuşturuldukları mı tam olarak açıklığa kavuşmadı ve ilginç bir şekilde bunu ciddi anlamda tartışan veya Erdem'e soran kimse yok.

Senaryo yazımı konusunda çok uzun zaman harcamayan ve prodüksiyon aşamasında fikirlerini somutlaştırmayı seçen yönetmen, artık bu tarzı bellediği için pek takılmamaya çalışırı her sefer. Ancak ilk kez bu denli rahatsız olduğumu söylemem lazım. Kafasındaki tüm çiğ ve oturmamış fikirleri ortaya dökmenin nedense iyi olacağını düşünmüş. Normalde tüm filmleri arasına zaman koyan ve bu sürede tüm fikirlerini olgunlaştıran yönetmen, Jîn'in hemen arkasından aynı yıl içinde taze taze bu projeye soyununca yapmayı planladıkları da çok havada kalmış. Bana göre pek de yerine oturmayan dini göndermelerle süslemeye çalışmış filmini. Cezalandırma, Tanrı, günah, Adem-Havva, kıyamet gibi motifler üzerinde döndürmeye çalışıyor hikayesini ancak ne kadar başarılı oluyor ve bu ne kadar seyirciye geçiyor emin değilim. Her şey her yerde, her şey karman çorman. Her şey yalapşap.


Erkeğin kötücül doğasını bir kez daha yüzümüze çarpmaya çalışırken yine kadın karakterlerini hikayesine nefes aldırmak için pozitif birer unsur olarak kullanıyor. Yine de belki senaryonun da karmaşıklığının etkisiyle şarkı söyletmeye çalıştığı kadın karakterlerinin sesinin gür çıktığını söylemek zor. Dertlerine seyirciyi ortak etmekten öylesine uzaklar, öylesine yüzeysel işleniyorlar.. Binnur Kaya, yine o çok bayıldığımız "saf" hallerinden birinde olduğu için altından başarıyla kalkıyor Esma karakterinin de kadronun geri kalanı için aynı şeyleri söylemek zor. Deniz Hasgüler'den ise yeni bir Elit İşcan yaratmaya çalışma çabası içinde Erdem ancak ondaki oyunculuk hamuru bu hanımkızımızda yok ne yazık ki. Jîn'deki gibi burada da çok kötü değil esasen fakat İşcan'daki ışığı kendisinde göremiyorum.

Özetle: ben bu filmi anlamak için yeterli bir entelektüel birikime sahip olmayan birisi olabilirim diyelim. Ortalama sinema seyircisini zaten geçiyorum. Hatta genel festival kitlesini de geçiyorum. Bu öylesine mesafeli, öylesine çok konuşan ve ne demek istediğini ifade edemeyen bir film ki Reha Erdem sinemasının yapısına ve birikimine vakıf olmuş grup için bile fazlasıyla itici olması çok mümkün. Üzülerek söylüyorum Reha Erdem bize bir şeyler anlatmaya çalıştıysa da ben anlamadım. Anlayanlar varsa ve keyif alıp etkilendilerse ne mutlu onlara ama bu kesinlikle benim filmim değil. Her yönetmenin tökezleme hakkı var diyelim, bunu da kötü bir deneyim olarak burada bırakalım bana kalırsa.

33. İstanbul Film Festivali'nin Akbank Galaları filmleri açıklandı.

$
0
0
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 5-20 Nisan tarihleri arasında onuncu kez Akbank sponsorluğunda gerçekleştirilecek İstanbul Film Festivali heyecanı yaklaşıyor. 33. İstanbul Film Festivali’nin en sevilen bölümlerinden Akbank Galaları’nda bu yıl da geniş kitleye hitap eden yıldızları usta yönetmenlerle buluşturan, merakla beklenen 9 filmin Türkiye’deki ilk gösterimleri yapılacak.

Wes Anderson’ın Berlin Film Festivali’nin açılışını yapan ve Jüri Büyük Ödülü’nü de kazanan son filmi The Grand Budapest Hotel / Büyük Budapeşte Oteli, Akbank Galaları’nın merakla beklenen filmlerinden. Türkiye prömiyerini festivalde yapacak film 1920’lerde Avrupa’da büyük bir otelde yıllardır görev yapan, adı efsaneleşmiş Gustave H. ile yakın arkadaşı, lobi görevlisi Zero Moustafa’nın maceralarını anlatıyor. Filmin bol yıldızlı oyuncu kadrosunda Ralph Fiennes’ın yanı sıra F. Murray Abraham, Edward Norton, Mathieu Amalric, Saoirse Ronan, Adrien Brody, Willem Dafoe, Léa Seydoux, Jeff Goldblum, Jason Schwartzman, Jude Law, Tilda Swinton, Harvey Keitel, Tom Wilkinson, Bill Murray, Owen Wilson gibi isimler yer alıyor.

Schindler'in Listesi ve İngiliz Hasta filmlerinde canlandırdığı karakterlerle en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilen Ralph Fiennes, Büyük Budapeşte Oteli’nin başrolünün yanı sıra The Invisible Woman filminde hem yönetmen hem de oyuncu olarak karşımıza çıkıyor. Yazar Charles Dickens’ın metresi Nelly’yle ilişkisini ele alan film Abi Mogan tarafından senaryoya uyarlandı. Ralph Fiennes’in canlandırdığı Charles Dickens’ın unutulmaz aşkı Nelly Ternan’nı Felicity Jones canlandırıyor.

2003 yılında İstanbul Film Festivali’nin Sinema Onur Ödülü’nü alan yönetmen Stephen Frears'ın Martin Sixsmith’in The Lost Child of Philomena isimli kitabından uyarladığı son filmi Philomena da Akbank Galaları kapsamında izleyicilerle buluşacak. Aynı zamanda festivalin açılış filmi olan Philomena, kayıp oğlunu arayan bir annenin gerçek öyküsünü anlatıyor. Prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde birçok ödül kazanan Philomena, dört dalda BAFTA, üç dalda Altın Küre ve “En İyi Film” ile “En İyi Kadın Oyuncu” dahil dört dalda da Oscar’a aday gösterildi. Jeff Pope ve İngiliz mizahının başarılı ismi, aynı zamanda filmin başrol oyuncularından Steve Coogan tarafından senaryolaştırılan filmde, Philomena rolünü etkileyici performansıyla Judi Dench üstleniyor.

Fransız yönetmen Cédric Klapisch’in L’Auberge Espagnole / İspanyol Pansiyonu ve Les Pouppées Russes / Rus Bebekler’den sonra çektiği, üçlemenin son filmi Casse-tête chinois / Chinese Puzzle, çocuklarından ayrı kalmaya dayanamayarak eski eşinin peşinden New York’a taşınan 40 yaşındaki Xavier’nin maceralarını anlatıyor. Bu hareketli kent komedisinde Klapisch’in daha önceki filmlerinde de beraber çalıştığı Romain Duris, Audrey Tautou ve Cécile de France rol alıyor.

Downton Abbey adlı televizyon dizisiyle BAFTA’da en iyi yönetmen ödülünü alan Brian Percival, birçok ülkede en çok satanlar listelerinde yer alan, Türkçeye de çevrilmiş The Book Thief / Kitap Hırsızı kitabını aynı adla sinemaya uyarladı. Sinemaseverlerin Akbank Galaları bölümünde izleyeceği Kitap Hırsızı’nda rol alan genç oyuncu Sophie Nélisse performansı ile dikkat çekerek Satellite Film ve Phoenix Film Eleştirmenleri Topluluğu tarafından ödüle layık görüldü. Nazi Almanya’sında geçen Kitap Hırsızı, Azrail’in gözünden bir kızın kitap çalarak kendine büyülü bir dünya kurmasını anlatıyor. Filmin başrollerinde ayrıca Geoffrey Rush ve Emily Watson yer alıyor.

Roman Polanski'nin aynı adlı ünlü tiyatro oyunundan uyarladığı ve Cannes'da Altın Palmiye için yarışan son filmi Venus in Fur merakla beklenen Gala filmlerinden. Kadın ve erkek arasındaki savaşın bir yansıması olarak bir yönetmen ve onun sahneye koyacağı oyunda başrolü kapmaya çalışan bir aktrisin birbirine hazırladığı kurnaz tuzakları anlatan filmde Polanski hınzırca kendisiyle de dalga geçiyor. Yönetmen rolündeki Mathieu Amalric, şaşırtıcı şekilde Polanski'nin gençliğine benzerken, aktrisiyse Polanski'nin gerçek hayattaki karısı Emmanuelle Seigner canlandırıyor.

Bertrand Tavernier’nin San Sebastián Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü alan son filmi Quai d’Orsay / Dışişleri bürokrasisiyle dalga geçen keyifli bir siyasi taşlama. 2001 yılında İstanbul Film Festivali’nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alan usta yönetmen Bertrand Tavernier’nin filminin oyuncu kadrosunda Jane Birkin, Thierry Lhermitte, Raphaël Personnaz, Niels Arestrup ve son dönemde adı Fransa cumhurbaşkanı François Hollande ile anılan Julie Gayet yer alıyor.

Akbank Galaları bölümünün diğer sürprizleri ise Denis Villeneuve’den gelecek. 2009 Filmekimi’nde Polytechnique filmiyle izlediğimiz, 30. İstanbul Film Festivali’nde Incendies / İçimdeki Yangın filmiyle Altın Lale için yarışan Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve 2013 yılında yaptığı son iki filmi Prisoners / Tutsak ve Enemy ile bu yıl yine festival programında. Nobel ödüllü yazar José Saramago’nun Türkiye’de de yayımlanan The Double / Kopyalanan Adam isimli romanından esinlenerek Javier Gullón tarafından senaryosu yazılan gerilim filmi Enemy, televizyonda kendisine çok benzeyen birini gören bir adamın bu benzerinin izini sürüşünü ele alıyor. Villeneuve’ün bu filminde başrolü, birbirine tıpatıp benzeyen iki ayrı adamı oynayan Jake Gyllenhaal üstlenirken, Mélanie Laurent, Isabella Rossellini, Sarah Gadon, Stephen R. Hart ve Jane Moffat gibi isimler ona eşlik ediyor. Enemy, Courmayeur Noir Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü kazandı. En İyi Görüntü dalında Oscar’a aday gösterilen Tutsak ise, kaçırılan iki kız çocuğunun aranması sırasında yaşananları anlatıyor. Denis Villeneuve, Enemy filmini çekerken yeni bir film yönetmek için teklif alınca birlikte çok uyumlu çalıştığı Jake Gyllenhaal’ı hemen bu yeni filmin kadrosuna da dahil ediyor. Soluk soluğa izlenen bir polisiye gerilim olan Tutsak’ın oyuncu kadrosunda, bu kez yardımcı rolde olan Gyllenhaal’ın yanısıra Hugh Jackman, Maria Bello, Terrence Howard, Melissa Leo ve Paul Dano yer alıyor.

86. Oscar ödülleri öncesi tahminler

$
0
0
Bu akşam sahiplerini bulacak 86. Oscar ödülleri öncesi biz de geleneksel tahminlerimizi yapalım dedik. Geçen senenin ortalama filmlerine göre bu seneki adayların hepsinin belli bir ortalamanın üstünde olduğunu düşünüyorum. Hatta kendi adıma şunu söyleyebilirim: 2013 sinema anlamında 2012'ye göre daha dolu dolu bir sene oldu bana kalırsa.

Büyük sürpriz olmazsa herkes en iyi filmi 12 Years A Slave'in alacağı konusunda hemfikir. Vasat bir filme gitmeyecek olması sevindirici fakat benim için 9 film arasında üst sıralarda yer alan bir film olamadı. Nitekim hiçbirimizin de gönlünden geçen film değilmiş. Zaten çoktan gönlümüzün Oscar'ını verdiğimiz Alfonso Cuaron ise yine bir aksilik olmazsa hak ettiği ödüle kavuşacak. Bize göre Gravity en iyi filmi alamayacak ama teknik başarısı sayesinde 7 ödülle gecenin galibi olacak.

Erkek oyuncu dalında Leonardo DiCaprio'nun beklediğimiz sürprizi yapmasını istiyoruz ama McConaughey tahminimi de değiştirmeye cesaret edemedim. Bence sürpriz yaşanmayacak ama umarım yanılırım. Cate Blanchett tüm ödül sezonunda ödülleri süpürdüğü için Amy Adams'tan bir çıkış beklemiyoruz. Kimsenin Blanchett'ın bu yılki performansı karşısında şansı yok.

Ellen Degeneres'in 2. kez sunuculuk yapacağı gecede Pharrell Williams, Idina Menzel, Karen O, U2, Bette Middler ve şarkıcı Pink de sahne alacak. Geçen seneki "müzikaller teması"nın bayıklığının ardından bu senenin teması "süper kahramanlar" seçilmiş. Ne boktan koreografilerle karşımıza çıkacaklar merak içindeyiz. Ege (@EgeBasaran) ve Emre (@angelusemre) ile birlikte 21 dalda yaptığımız tüm tahminler ise şöyle;

EN İYİ FİLM

Ege:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: 12 Years A Slave

Emre:

Kazanmalı: Her / Kazanacak: 12 Years A Slave

Mert:

Kazanmalı: The Wolf of Wall Street / Kazanacak: 12 Years A Slave

EN İYİ YÖNETMEN

Ege:

Kazanmalı: Alfonso Cuaron (Gravity) / Kazanacak: Alfonso Cuaron (Gravity)

Emre:

Kazanmalı: Alfonso Cuaron (Gravity) / Kazanacak: Alfonso Cuaron (Gravity)

Mert:

Kazanmalı: Alfonso Cuaron (Gravity) / Kazanacak: Alfonso Cuaron (Gravity)

EN İYİ ERKEK OYUNCU

Ege:

Kazanmalı: Leonardo DiCaprio (The Wolf of Wall Street) / Kazanacak: Leonardo DiCaprio (The Wolf of Wall Street)

Emre:

Kazanmalı: Matthew McConaughey (Dallas Buyers Club) / Kazanacak: Matthew McConaughey (Dallas Buyers Club)

Mert:

Kazanmalı: Leonardo DiCaprio (The Wolf of Wall Street) / Kazanacak: Matthew McConaughey (Dallas Buyers Club)

EN İYİ KADIN OYUNCU

Ege:

Kazanmalı: Cate Blanchett (Blue Jasmine) / Kazanacak: Cate Blanchett (Blue Jasmine)

Emre:

Kazanmalı: Cate Blanchett (Blue Jasmine) / Kazanacak: Cate Blanchett (Blue Jasmine)

Mert:

Kazanmalı: Cate Blanchett (Blue Jasmine) / Kazanacak: Cate Blanchett (Blue Jasmine)

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU

Ege:

Kazanmalı: Jared Leto (Dallas Buyers Club) / Kazanacak: Jared Leto (Dallas Buyers Club)

Emre:

Kazanmalı: Jared Leto (Dallas Buyers Club) / Kazanacak: Jared Leto (Dallas Buyers Club)

Mert:

Kazanmalı: Jared Leto (Dallas Buyers Club) / Kazanacak: Jared Leto (Dallas Buyers Club)

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU

Ege:

Kazanmalı: Lupita Nyong’o (12 Years A Slave) / Kazanacak: Lupita Nyong’o (12 Years A Slave)

Emre:

Kazanmalı: Sally Hawkins (Blue Jasmine) / Kazanacak: Jennifer Lawrence (American Hustle)

Mert:

Kazanmalı: June Squibb (Nebraska) / Kazanacak: Lupita Nyong’o (12 Years A Slave)

EN İYİ ÖZGÜN SENARYO

Ege:

Kazanmalı: Spike Jonze (Her) / Kazanacak: Spike Jonze (Her)

Emre:

Kazanmalı: Spike Jonze (Her) / Kazanacak: Spike Jonze (Her)

Mert:

Kazanmalı: Spike Jonze (Her) / Kazanacak: Spike Jonze (Her)

EN İYİ UYARLAMA SENARYO

Ege:

Kazanmalı: John Ridley (12 Years A Slave) / Kazanacak: John Ridley (12 Years A Slave)

Emre:

Kazanmalı: E.Hawke, J. Delpy & R. Linklater (Before Midnight) / Kazanacak: John Ridley (12 Years A Slave)

Mert:

Kazanmalı: E.Hawke, J. Delpy & R. Linklater (Before Midnight) / Kazanacak: John Ridley (12 Years A Slave)

EN İYİ KURGU

Ege:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: American Hustle

Emre:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

Mert:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ

Ege:

Kazanmalı: Emmanuel Lubezki (Gravity) / Kazanacak: Emmanuel Lubezki (Gravity)

Emre:

Kazanmalı: Emmanuel Lubezki (Gravity) / Kazanacak: Emmanuel Lubezki (Gravity)

Mert:

Kazanmalı: Emmanuel Lubezki (Gravity) / Kazanacak: Emmanuel Lubezki (Gravity)

EN İYİ GÖRSEL EFEKT

Ege:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

Emre:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

Mert:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM

Ege:

Kazanmalı: The Great Beauty (İtalya) / Kazanacak: The Great Beauty (İtalya)

Emre:

Kazanmalı: The Great Beauty (İtalya) / Kazanacak: The Great Beauty (İtalya)

Mert:

Kazanmalı: The Hunt (Danimarka) / Kazanacak: The Great Beauty (İtalya)

EN İYİ BELGESEL

Ege:

Kazanmalı: The Act of Killing / Kazanacak: The Act of Killing

Emre:

Kazanmalı: The Act of Killing / Kazanacak: The Act of Killing

Mert:

Kazanmalı: The Act of Killing / Kazanacak: The Act of Killing

EN İYİ ANİMASYON

Ege:

Kazanmalı: Frozen / Kazanacak: Frozen

Emre:

Kazanmalı: Frozen / Kazanacak: Frozen

Mert:

Kazanmalı: Frozen / Kazanacak: Frozen

EN İYİ SET TASARIMI

Ege:

Kazanmalı: Her / Kazanacak: Her

Emre:

Kazanmalı: Her / Kazanacak: The Great Gatsby

Mert:

Kazanmalı: The Great Gatsby / Kazanacak: The Great Gatsby

EN İYİ KOSTÜM TASARIMI

Ege:

Kazanmalı: The Great Gatsby / Kazanacak: The Great Gatsby

Emre:

Kazanmalı: American Hustle / Kazanacak: American Hustle

Mert:

Kazanmalı: The Great Gatsby / Kazanacak: The Great Gatsby

EN İYİ ÖZGÜN MÜZİK

Ege:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

Emre:

Kazanmalı: Her / Kazanacak: Gravity

Mert:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

EN İYİ ÖZGÜN ŞARKI

Ege:

Kazanmalı: “Let It Go” (Frozen) / Kazanacak: “Let It Go” (Frozen)

Emre:

Kazanmalı: “The Moon Song” (Her) / Kazanacak: “Let It Go” (Frozen)

Mert:

Kazanmalı: “Let It Go” (Frozen) / Kazanacak: “Let It Go” (Frozen)

EN İYİ MAKYAJ & SAÇ TASARIMI

Ege:

Kazanmalı: Dallas Buyers Club / Kazanacak: Dallas Buyers Club

Emre:

Kazanmalı: Dallas Buyers Club / Kazanacak: Dallas Buyers Club

Mert:

Kazanmalı: Dallas Buyers Club / Kazanacak: Dallas Buyers Club

EN İYİ SES KURGUSU 

Ege:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

Emre:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

Mert:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

EN İYİ SES MİKSAJI

Ege:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

Emre:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

Mert:

Kazanmalı: Gravity / Kazanacak: Gravity

86. Oscar Ödülleri'nin ardından...

$
0
0
86. Oscar Ödülleri, Ellen Degeneres'in ultra bayık sunumuyla dün gece sahiplerini buldu. 2 saatlik uykuyla ayakta durmama değecek bir gece geçirdiğimizi düşünmüyorum. Dün 3 yazar tahminlerimizi yazmıştık. Kısa film dallarında tahmin yapmamıştık. Ben geriye kalan 21 daldan 20 tanesini doğru tuttururken, Ege 17 dalda ve Emre de 19 dalda doğru tahmin yaptılar. Hepimiz belgesel kategorisinde ters köşe olurken, Gravity'nin 7 dalda ödül kazanacağını bilmişiz. Buradan da anlaşılacağı üzere ödüller açısından pek de sürprizin yaşanmadığı bir gece geçirdik.

Geceden birkaç anekdot yazayım;

- Sabah haberlerinde her yerde göreceğiniz üzere geceye Ellen'ın yılın selfie'si olmaya aday fotoğrafı damga vurdu. Ellen'ın fotoğrafı koyduğu tweet'i şu ana kadar 2,5 milyona yakın retweet alarak bir rekora imza attı. Fotoğrafı koyduktan sonra Twitter bir süre düzgün çalışmadı hatta. Al Ellen, kırdın kırdın.. o anın videosu da burada. Selfie gibi selfie: http://www.youtube.com/watch?v=X1VU_CkKJJo#t=36


- Ellen'ın monologu ve genel sunumu epey sıkıcıydı. Zaten Ellen'ı güvenli bir sunucu olduğu için seçiyorlar. Pek kimselere sataşmadan, dalga geçmeden eğlendirsin, başımız ağrımasın, ağzımızın tadı kaçmasın kafasındalar. Hugh Jackman'dan beridir keyifli bir Oscar izleyemedik bana kalırsa.

- Sakız gibi uzatılan pizza esprisine de neden gülmemiz gerektiğini pek çözemedim. Yine de Brad Pitt'i öküz gibi tıkınırken görmek paha biçilemez.

- Gravity'nin tahmin ettiğimiz gibi tüm teknik dalları silip süpürmesi sevindiriciydi. Gönlümüzün Oscar'ını Children of Men ile verdiğimiz Alfonso Cuaron haklı olarak ödülü eve götürdü. Steve McQueen'in de bir gün Oscar almasını istiyorum. Ama Shame ve Hunger ile adamı sallamışken sırf kölelikle ilgili film çekti diye tatlısu liberallerinin oyuyla ödül almasını istemezdim. İleride daha güzel projelerle alır diye umuyoruz.

- Erkek oyuncu ödülünün Matthew McConaughey'e gideceğin hepimizi biliyorduk ama yine de umut fakirin ekmeği diyorum. Leo'nun nihayet almasını ummuştuk. Yine olmadı. The Wedding Planner'daki adam son 2 yılda kendini çok geliştirdi diye ödül aldı. Oynadığı 7-8 rol de hep Teksas'lı ya da Güneyli. Lan adam zaten Teksaslı?

- Geçen sene Les Miserables telaffuzunu batıran John Travolta bu kez de Idina Menzel'i telaffuz etmeyi beceremedi. Adele Dazim gibisinden bir şey söyledi. Çoğu kişi kimin sahne alacağını anlamamış bile olabilir. Daha da bu adama ödül sundurmasınlar allah aşkına.

- Idina Menzel'in Let It Go performansı gecenin beklediğim anlarındandı. Broadway'deki Wicked müzikaliyle tanınan oyuncudan çok daha iyi bir performans beklerdim açıkçası. Çoğu kişi hayalkırıklığına uğradı. Sanıyorum fazlasıyla heyecanlı ya da yorgundu. Yoksa canlı performansları genelde iyi.

- Geceninin sevindirici ödüllerinden biri de Lupita Nyong'o'ya gitti. Ben June Squibb'i destekliyor olsam da Oscar konuşmasının ardından Lupita'nın aldığına sevindim. Resmen Cindrealla gibi bir gece geçirdi. Umarım tek atımlık olmaz ve iyi bir kariyer çizer kendine.

- Son bir çemkirmem daha var, en iyi belgesel konusunda. Akademi'nin bu bahsettiğim tatlısu liberalleri kendi ülkelerini ilgilendiren politik meselelerde ödül vermeye bayılıyorlar: kölelik, 60'lardaki 'black movement', Irak Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Yahudi Soykırımı vs. ancak iş başka ülkelerde yaşanan insanlık dramlarına geldiğinde herkes sus pus. Mısır'da geçtiğimiz yıl yaşanan iç savaşı anlatan The Square / Meydan belgeselini henüz izleyemedim ancak iyi olduğunu herkes bas bas bağırıyor. 12 Years A Slave'e en iyi film ödülünü verirken böylesine önemli bir meseleye bu kadar sırt çevirmeleri çok ikiyüzlüce. Aynı şekilde Act of Killing'e de haksızlık olduğu kanısındayım. Tamamen apolitik bir yapıma verilen ödül, tavırlarını da ortaya koyuyor: Allah korusun şimdi ödülü kazananlar Mısır'da yaşanan insanlık dramına dair birkaç kelam ederler, rahatsız oluruz. Başımız ağrımasın.

Genel anlamda sıkıldığım bir tören oldu. Sırf ödüller değil törenin kendisi de bayıktı. Yok yere uykusuz kaldığımız gecede dağıtılan tüm ödüller ise şu şekilde;

Film: 12 Years a Slave
Yönetmen: Alfonso Cuaron - Gravity
Erkek Oyuncu: Matthew McConaughey - Dallas Buyers Club
Kadın Oyuncu: Cate Blanchett - Blue Jasmine
Yardımcı Erkek Oyuncu: Jared Leto - Dallas Buyers Club
Yardımcı Kadın Oyuncu: Lupita Nyong’o - 12 Years a Slave
Özgün Senaryo: Her - Spike Jonze
Uyarlama Senaryo: 12 Years a Slave - John Ridley
Kurgu: Gravity - Alfonso Cuaron & Mark Sanger
Görüntü Yönetimi: Gravity - Emmanuel Lubezki
Set Tasarımı: The Great Gatsby - Catherine Martin & Beverly Dunn
Kostüm Tasarımı: The Great Gatsby - Catherine Martin
Özgün Müzik: Gravity - Steven Price
Özgün Şarkı: “Let It Go”; Frozen
Makyaj & Saç Tasarımı: Dallas Buyers Club - Adruitha Lee & Robin Mathews
Görsel Efekt: Gravity - Tim Webber, Chris Lawrence, David Shirk & Neil Corbould
Ses Kurgusu: Gravity - Glenn Freemantle
Ses Miksajı: Gravity - Skip Lievsay, Niv Adiri, Christopher Benstead ve Chris Munro
Yabancı Film: The Great Beauty (İtalya)
Animasyon: Frozen - Chris Buck, Jennifer Lee & Peter Del Vecho
Belgesel: 20 Feet from Stardom
Kısa Film: Helium
Kısa Animasyon: Mr. Hublot
Kısa Belgesel: The Lady in Number 6: Music Saved My Life

33. İstanbul Film Festivali Programı açıklandı.

$
0
0
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından, onuncu kez Akbank’ın desteğiyle düzenlenecek İstanbul Film Festivali’nin programı bu yıl da dopdolu. Her yıl yaklaşık 150 bin izleyiciye ulaşan Türkiye’nin en büyük sinema etkinliği İstanbul Film Festivali’nin 33’üncüsü 5 Nisan’da başlıyor. Akbank’ın onuncu kez desteklediği İstanbul Film Festivali’nin 33’üncüsü, 5–20 Nisan tarihlerinde gerçekleştirilecek. Programındaki filmlerin niteliği ve çeşitliliğinin yanı sıra izleyici sayısıyla da önder konumunu koruyan İstanbul Film Festivali, bu yıl da sinemaseverlere 20’nin üzerinde bölümde 200’ü aşkın filmin yanı sıra usta sinemacıların katılacağı söyleşiler, atölye çalışmaları ve sinema dersleriyle dolu iki hafta yaşatacak.

33. İstanbul Film Festivali, 4 Nisan Cuma akşamı yapılacak açılış töreniyle başlayacak. Açılış töreni NTV’den canlı yayımlanacak. Törenin hemen ardından Stephen Frears’in, festival kapsamında “Akbank Galaları”nda izlenebilecek son filmi Philomena / Umudun Peşinde, festivalin açılış filmi olarak gösterilecek. 19 Nisan Cumartesi akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda yapılacak kapanış ve ödül töreni ise CNN Türk’ten canlı yayımlanacak gecede Altın Laleler ile festivalin diğer ödülleri açıklanacak. Törenin ardından Uluslararası Yarışma’da Altın Lale Ödülü’nün sahibi olan film kapanış filmi olarak gösterilecek.

Altın Lale Uluslararası Yarışma

33. İstanbul Film Festivali Altın Lale Uluslararası Yarışma Jürisi’nin başkanlığını A Separation / Bir Ayrılık ve The Past / Geçmiş filmleriyle tanınan İranlı yönetmen Asghar Farhadiüstlenecek. Farhadi’nin yanı sıra jüride yönetmen Philippe Le Guay, prodüktör ve London Film School direktörü Lynda Myles, senarist Razvan Radulescu ve oyuncu Defne Halman yer alacak. Lynda Myles festival izleyicileri için bir de sinema dersi verecek.

Geçen yıl Peter Weir başkanlığındaki jüriden What Richard Did / Ne Yaptın Richard? ile Uluslararası Altın Lale’yi kazanan İrlandalı yönetmen Lenny Abrahamson’ın son filmi Frank, ilk kez Sundance Film Festivali’nde izleyici karşısına çıktı. Başrollerini Domhnall Gleeson, Michael Fassbender ile Maggie Gyllenhaal’un paylaştığı Frank, alışılmadık bir müzikal komedi. Filmde başarılı olmak isteyen bir müzisyen, çılgın bir müzik grubuna katılır. Grubun solisti Frank, başındaki kafa şeklindeki dev maskeyi hiç çıkarmadan şarkı söyler. Filmde Frank’i canlandıran Michael Fassbender şarkıları kendisi seslendiriyor. Yönetmen Lenny Abrahamson da festivalin konukları arasında.

Her çalışmasında dram ile komedi arasında bir denge kurmasıyla tanınan, İzlanda sinemasının en ilgi çekici simalarından Ragnar Bragason son filmi Metalhead / Metalci ile Altın Lale için yarışacak. Heavy metal’e şapka çıkaran bu hem komik hem de duygusal film, gözlerden uzak bir çiftlikte büyüyen ve rock yıldızı olmayı çok ama çok isteyen bir genç kızın hikâyesini anlatıyor. Yönetmen Ragnar Bragason Nisan ayında festivalin konuğu olarak İstanbul’a gelecek.

Başrollerinde Mia Wasikowska ve Adam Driver’ın rol aldığı Tracks / Çöldeki İzler, Robyn Davidson’ın 1978 yılında dokuz ay boyunca Avustralya’nın kuzeyindeki Alice Springs’den kıtanın batısına develerle 2700 kilometre süren yolculuğunu konu alan bir cesaret ve azim öyküsü anlatıyor. Davidson’ın anı kitabından uyarlanan filmin yönetmeni John Curran, The Killer Inside Me / İçimdeki Katil (2010) filminin senaristi olarak tanınıyor. John Curran da festivalin konuklarından.

Kanadalı yazar, yönetmen ve oyuncu Xavier Dolan’ın, Hitchcockvari bir psikolojik gerilim olan dördüncü uzun metrajlı filmi Tom at the Farm / Tom Çiftlikte heyecanla beklenen yarışma filmlerinden. Venedik’te FIPRESCI ödülü alan filmde Dolan yine farklı bir film türünü deniyor. Xavier Dolan’ın “MK2–40. Yıl” kapsamında yine festival programında yer alan bir önceki filmi Laurence Anyways de Cannes’dan ödülle dönmüştü.

Alışılmadık bir büyüme ve neşeli bir özyaşam öyküsü olan Myself and Mum / Ben, Kendim ve Annem, Fransız sahne sanatçısı Guillaume Gallienne yıllardır sahneye koyduğu tek kişilik gösterisini beyaz perdeye uyarlıyor. Hep kız çocuğu istemiş olmasına rağmen üç oğlu olan annesinin zamanla Guillaume’u kendi kendine eşcinsel varsayışını konu alıyor. Filmde hem kendi gençliğini hem de annesini canlandıran Galliene, cinsel kimliğinin oturması sırasında yaşadıklarına değinirken film boyunca eşcinsel film klişelerini ve büyüme öykülerini tiye alıyor.

Cannes Film Festivali’nde Yönetmenlerin Onbeş Günü bölümünün açılışını yapan filmi, 28 Şubat’ta verilen Cesar ödüllerinde En İyi Film ve En İyi Erkek Oyuncu da dahil olmak üzere toplam 5 ödül alarak büyük bir başarıya imza attı. Selanik’te İzleyici Ödülü, Valladolid’de En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini kazanan Papusza / Taş Bebek ise ilk kadın Roman şair Bronislawa Wajs, ya da tanındığı isimle Papusza yani Taş Bebek’in adını taşıyor. Polonya’da “lanetli şair” olarak tanınan Papusza’nın yaşam öyküsü, ülkedeki Roman toplumunun tarihiyle de ortak yönler taşıyor. Filmin başrol oyuncusu Jowita Budnilk de festivale katılacak.

Abim Evin Tek Çocuğu ve Hayatımız ile tanıdığımız Daniele Luchetti, kısmen otobiyografik yeni filmi Those Happy Years / Mutlu Yıllarımız’da seyirciyi film çekmeye meraklı bir çocuğun gözlerinden 70’li yıllara götürüyor. Yönetmen Daniele Luchetti’ye göre, peliküle ve onun kendine has kokusuna bir saygı duruşu olan Mutlu Yıllarımız’ın ilk gösterimi Toronto Film Festivali’nde gerçekleşmişti. Daniele Luchetti de festivale katılacak.

2013 İsveç’in Oscar’ı sayılan Guldbagge ödüllerinde En İyi Film ve En İyi Senaryo, Venedik’te ise gösterildiği Ufuklar Bölümü’nde FIPRESCI Ödülü alan The Reunion / Buluşmaİsveçli sanatçı Anne Odell’in ilk filmi. İlkokul yıllarında maruz kaldığı zorbalıklardan etkilenerek çektiği Buluşma’da Odell bir mezunlar buluşmasının önce sahtesini filme çekiyor, ardından sınıf arkadaşlarına bu filmi gösteriyor; böylece gerçekle kurgu arasındaki çizgiyi epeyce esnetiyor. 2005’te festivalde gösterilen La Face cachée de la lune / Ayın Saklı Yüzü ile hayran kitlesini artıran ünlü tiyatro ve sinema yönetmeni Robert Lepage, kısa film yönetmeni Pedro Pires ile birlikte yine Lepage’ın bir tiyatro oyununu sinemaya aktarıyor. Lipsynch’in film uyarlaması olan Triptyque / Üçleme, ilk gösterimini yaptığı Toronto Film Festivali’nde büyük ilgi topladı. Lepage’ın diyalog ve görsellik dehasının yine ön plana çıktığı, hafıza ve kimlik kavramlarıyla oynayan Üçleme, Quebec’li bir kitapçı, Alman bir beyin cerrahı ve bir caz şarkıcısının kesişen hayatlarını mercek altına alıyor. Martin Provost’un Toronto Film Festivali’nde prömiyerini yapan filmi Violette, başrollerini Emmanuelle Devos ve Sandrine Kiberlain’in paylaştığı bir dönem filmi.

Joachim Trier’in birçok ödüllü filminin senaryosunda imzası bulunan Norveçli yönetmen Eskil Vogt’un ilk uzun metrajlı filmi Blind / Körlük, görme duyusunu kaybeden bir kadının aklını da kaybetmemek için gerçekliğe sıkı sıkı sarılma mücadelesini işleyen gerilimli olduğu kadar mizah unsurlarını da kullanan bir dram. Görüntü yönetmenliğini Dogtooth / Köpekdişi’nin de kameramanlığını üstlenen Thimios Bakatakis’in yaptığı ve yalnızca görme hakkında değil yazma ve yalnızlık üzerine bir film de olan Körlük, Sundance’de Senaryo Ödülü kazandı.

Altın Lale Ulusal Yarışma

Ulusal Yarışma’da Altın Lale Ödülü için, yapımı 2013–2014 sezonunda tamamlanan Türkiye’den filmler yarışacak. “Ulusal Yarışma” jüri başkanlığını, Türkiye sinemasının usta yönetmenlerinden Derviş Zaimüstlenecek. Altın Lale Ulusal Yarışma Jürisi’nin diğer üyeleri, ARTE Dışalımlar Sorumlusu Karen Byot, Varşova T–Mobile Yeni Ufuklar Film Festivali Sanat Direktörü Joanna Lapiska, oyuncu Nadir Sarıbacak ve yazar Hakan Günday. Jüri festivalde, En İyi Film, En İyi Yönetmen, Jüri Özel Ödülü, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu ve En İyi Özgün Müzik olmak üzere, toplam 9 dalda ödül verecek.

Yarışmadaki 5 film dünya, 3 film ise Türkiye prömiyeri yapacak. “Ulusal Yarışma” bölümünün filmleri şöyle:

- Silsile / Ozan Açıktan
- Şarkı Söyleyen Kadınlar / Reha Erdem
- Sesime Gel / Hüseyin Karabey (Türkiye prömiyeri)
- Gittiler / Kenan Korkmaz (Dünya prömiyeri)
- Kumun Tadı / Melisa Önel (Türkiye prömiyeri)
- Bir Varmış Bir Yokmuş / Kazım Öz (Dünya prömiyeri)
- Ben O Değilim / Tayfun Pirselimoğlu (Türkiye prömiyeri)
- Deniz Seviyesi / Esra Saydam & Nisan Dağ (Dünya prömiyeri)
- Ayhan Hanım / Levent Semerci (Dünya Prömiyeri)
- İtirazım Var / Onur Ünlü (Dünya prömiyeri)

Akbank Galaları

Wes Anderson’ın Berlin Film Festivali’nin açılışını yapan ve Jüri Büyük Ödülü’nü de kazanan son filmi The Grand Budapest Hotel / Büyük Budapeşte Oteli, Akbank Galaları’nın merakla beklenen filmlerinden. Türkiye prömiyerini festivalde yapacak film 1920’lerde Avrupa’da büyük bir otelde yıllardır görev yapan, adı efsaneleşmiş Gustave H. ile yakın arkadaşı, lobi görevlisi Zero Moustafa’nın maceralarını anlatıyor. Filmin bol yıldızlı oyuncu kadrosunda Ralph Fiennes’ın yanı sıra F. Murray Abraham, Edward Norton, Mathieu Amalric, Saoirse Ronan, Adrien Brody, Willem Dafoe, Léa Seydoux, Jeff Goldblum, Jason Schwartzman, Jude Law, Tilda Swinton, Harvey Keitel, Tom Wilkinson, Bill Murray, Owen Wilson gibi isimler yer alıyor.

Schindler'in Listesi ve İngiliz Hasta filmlerinde canlandırdığı karakterlerle en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilen Ralph Fiennes, Büyük Budapeşte Oteli’nin başrolünün yanı sıra The Invisible Woman filminde hem yönetmen hem de oyuncu olarak karşımıza çıkıyor. Yazar Charles Dickens’ın metresi Nelly’yle ilişkisini ele alan film Abi Mogan tarafından senaryoya uyarlandı. Ralph Fiennes’in canlandırdığı Charles Dickens’ın unutulmaz aşkı Nelly Ternan’nı Felicity Jones canlandırıyor.

2003 yılında İstanbul Film Festivali’nin Sinema Onur Ödülü’nü alan yönetmen Stephen Frears'ın Martin Sixsmith’in The Lost Child of Philomena isimli kitabından uyarladığı son filmi Philomena da Akbank Galaları kapsamında izleyicilerle buluşacak. Aynı zamanda festivalin açılış filmi olan Philomena, kayıp oğlunu arayan bir annenin gerçek öyküsünü anlatıyor. Prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde birçok ödül kazanan Philomena, dört dalda BAFTA, üç dalda Altın Küre ve “En İyi Film” ile “En İyi Kadın Oyuncu” dahil dört dalda da Oscar’a aday gösterildi. Jeff Pope ve İngiliz mizahının başarılı ismi, aynı zamanda filmin başrol oyuncularından Steve Coogan tarafından senaryolaştırılan filmde, Philomena rolünü etkileyici performansıyla Judi Dench üstleniyor.

Fransız yönetmen Cédric Klapisch’in L’Auberge Espagnole / İspanyol Pansiyonu ve Les Pouppées Russes / Rus Bebekler’den sonra çektiği, üçlemenin son filmi Casse-tête chinois / Chinese Puzzle, çocuklarından ayrı kalmaya dayanamayarak eski eşinin peşinden New York’a taşınan 40 yaşındaki Xavier’nin maceralarını anlatıyor. Bu hareketli kent komedisinde Klapisch’in daha önceki filmlerinde de beraber çalıştığı Romain Duris, Audrey Tautou ve Cécile de France rol alıyor.

Downton Abbey adlı televizyon dizisiyle BAFTA’da en iyi yönetmen ödülünü alan Brian Percival, birçok ülkede en çok satanlar listelerinde yer alan, Türkçeye de çevrilmiş The Book Thief / Kitap Hırsızı kitabını aynı adla sinemaya uyarladı. Sinemaseverlerin Akbank Galaları bölümünde izleyeceği Kitap Hırsızı’nda rol alan genç oyuncu Sophie Nélisse performansı ile dikkat çekerek Satellite Film ve Phoenix Film Eleştirmenleri Topluluğu tarafından ödüle layık görüldü. Nazi Almanya’sında geçen Kitap Hırsızı, Azrail’in gözünden bir kızın kitap çalarak kendine büyülü bir dünya kurmasını anlatıyor. Filmin başrollerinde ayrıca Geoffrey Rush ve Emily Watson yer alıyor.

Roman Polanski'nin aynı adlı ünlü tiyatro oyunundan uyarladığı ve Cannes'da Altın Palmiye için yarışan son filmi Venus in Fur merakla beklenen Gala filmlerinden. Kadın ve erkek arasındaki savaşın bir yansıması olarak bir yönetmen ve onun sahneye koyacağı oyunda başrolü kapmaya çalışan bir aktrisin birbirine hazırladığı kurnaz tuzakları anlatan filmde Polanski hınzırca kendisiyle de dalga geçiyor. Yönetmen rolündeki Mathieu Amalric, şaşırtıcı şekilde Polanski'nin gençliğine benzerken, aktrisiyse Polanski'nin gerçek hayattaki karısı Emmanuelle Seigner canlandırıyor.

Bertrand Tavernier’nin San Sebastián Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü alan son filmi Quai d’Orsay / Dışişleri bürokrasisiyle dalga geçen keyifli bir siyasi taşlama. 2001 yılında İstanbul Film Festivali’nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alan usta yönetmen Bertrand Tavernier’nin filminin oyuncu kadrosunda Jane Birkin, Thierry Lhermitte, Raphaël Personnaz, Niels Arestrup ve son dönemde adı Fransa cumhurbaşkanı François Hollande ile anılan Julie Gayet yer alıyor.

Akbank Galaları bölümünün diğer sürprizleri ise Denis Villeneuve’den gelecek. 2009 Filmekimi’nde Polytechnique filmiyle izlediğimiz, 30. İstanbul Film Festivali’nde Incendies / İçimdeki Yangın filmiyle Altın Lale için yarışan Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve 2013 yılında yaptığı son iki filmi Prisoners / Tutsak ve Enemy ile bu yıl yine festival programında. Nobel ödüllü yazar José Saramago’nun Türkiye’de de yayımlanan The Double / Kopyalanan Adam isimli romanından esinlenerek Javier Gullón tarafından senaryosu yazılan gerilim filmi Enemy, televizyonda kendisine çok benzeyen birini gören bir adamın bu benzerinin izini sürüşünü ele alıyor. Villeneuve’ün bu filminde başrolü, birbirine tıpatıp benzeyen iki ayrı adamı oynayan Jake Gyllenhaal üstlenirken, Mélanie Laurent, Isabella Rossellini, Sarah Gadon, Stephen R. Hart ve Jane Moffat gibi isimler ona eşlik ediyor. Enemy, Courmayeur Noir Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü kazandı. En İyi Görüntü dalında Oscar’a aday gösterilen Tutsak ise, kaçırılan iki kız çocuğunun aranması sırasında yaşananları anlatıyor. Denis Villeneuve, Enemy filmini çekerken yeni bir film yönetmek için teklif alınca birlikte çok uyumlu çalıştığı Jake Gyllenhaal’ı hemen bu yeni filmin kadrosuna da dahil ediyor. Soluk soluğa izlenen bir polisiye gerilim olan Tutsak’ın oyuncu kadrosunda, bu kez yardımcı rolde olan Gyllenhaal’ın yanısıra Hugh Jackman, Maria Bello, Terrence Howard, Melissa Leo ve Paul Dano yer alıyor.

Nerdesin Aşkım?

Festivalin, aşkın ne yaşı ne de cinsiyeti olduğunun altını çizen bu yeni bölümü, aşkı bulmanın bin bir yolu olduğunu anlatan filmleri bir araya getiriyor. Plan B ve Ausente ile uluslararası festivallerde ses getiren Marco Berger’in cinsel tansiyonu hiç dinmeyen yeni filmi Hawaii festival programında. Yeni romanını yazmaya çalışan Eugenio’nun iş aramak için kapısına gelen genç, çocukluk arkadaşı Martín çıkar. İki adam bir yandan kaçamak şekilde diğerini gözler, diğer yandan gelecek tepkiyi kestiremediğinden aklından geçeni dile getiremez. Berger, ses ve görüntüleri ustalıkla kullandığı filmin mütevazı öyküsünden erotik ve tutkulu bir film çıkartıyor.

Firefox / Can Ateşi ve Heading South filmlerinin kurgucusu ve senaristi, yönetmen Robin Campillo’nun bu son filmi Eastern Boys / Doğulu Çocuklar, Venedik’te Ufuklar bölümünde En İyi Film seçildi. Doğulu Çocuklar, Paris yakınlarında doğru Avrupa’dan gelen bir erkek fahişe çetesinin tuzağına düşen bir işadamını izliyor. Şaşırtıcı olay örgüsüyle izleyiciyi sürekli beklenti içinde tutan film, Fransa’daki göçmenlerin durumunu ve günümüz dünyasında samimiyet ihtiyacını ele alıyor.

Fransız yönetmen Alain Guiraudie’nin son filmi Stranger by the Lake / Göldeki Yabancı, ölüm, cinsellik, eşcinsel kültürü ve dostluk kavramlarına yaklaşımıyla hem izleyicilerden hem de eleştirmenlerden büyük övgü topladı. Göldeki Yabancı, Mayıs 2013’te Cannes’da prömiyerini yaptığı Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Yönetmen Ödülü’nün yanı sıra Eşcinsel Palmiye’ye de layık görüldü. Hitchcockvari bir cinayet gizemi etrafında kurgulanan filmin tamamı bir yaz mevsiminde, bir çıplaklar plajında geçiyor. Filmin başrol oyuncusu Christophe Pau da festivale katılacak.

Sundance Film Festivali’nde Görüntü Ödülü kazanan Hong Khaou’nun ilk filmi Lilting / Sevgilinin Ardından, aşk ve kayıp temalarını ele alan incelikli bir dram. Filmde, oğlunu kaybeden Kamboçya asıllı bir kadın ile oğlunun sevgilisinin tanışması ve birbirlerini teselli etmeleri anlatılıyor. Yönetmen Lilting, filmin görsel yapısını Wong Kar–wai’nin Aşk Zamanı filminden esinlenerek kurmuş.

Tabu yıkan yönetmen Bruce LaBruce’ın ilk uluslararası gösterimlerini Toronto ve Venedik film festivallerinde yapan son filmi Gerontophilia / Aşkın Yaşı Yoktur bu bölümün en ilginç filmlerinden. İleri yaştaki hemcinslerine karşı tutkulu bir çekim duyan genç hastabakıcı Lake’in bakımevindeki Bay Peabody’e duyduğu aşkı anlatan bu romantik filmin başrolünde Pier–Gabriel Lajoie yer alıyor. Bruce LaBruce’un beden ve cinsiyet politikalarını alışılmıştan daha az sivri bir tarzla ele aldığı Aşkın Yaşı Yoktur, Montreal Film Festivali’nde En İyi Kanada Filmi seçildi.

Bu yılki Berlin Film Festivali’nin izleyici favorileri arasında yer alan ve festivalden Teddy Ödülü’yle dönen yönetmen Daniel Ribeiro’nun ilk uzun metrajı The Way He Looks / Bugün Eve Yalnız Dönmek İstiyorum, ilk aşkın sarhoş edici etkisi üzerine. Görme engelli Leonardo, sınıflarına yeni gelen Gabriel ile çabucak kaynaşır ve kısa sürede ona âşık olduğunun farkına varır. Ancak en yakın arkadaşı Giovana da Gabriel’e tutulmuştur.

İsveç’ten Ester Martin Bergsmark’ın Something Must Break / İnceldiği Yerden Kopsun filmi de “Nerdesin Aşkım?” bölümünde izleyiciyle buluşacak filmlerden…

Ustalar

Efsane yönetmen Andrzej Wajda’nın Robert Wieckiewicz, Agnieszka Grochowska ile Iwona Bielska’nın başrollerini paylaştığı son filmi Walesa. Man Of Hope. / Walesa, Nobel Barış Ödülü sahibi Lech Walesa’nın haklarını savunan bir dok işçisinden önce Dayanışma Sendikası liderliğine, oradan Polonya’nın cumhurbaşkanlığına uzanan benzersiz yolculuğunun hikâyesini anlatıyor. Polonya’nın En İyi Yabancı Film Oscar adayı olan ve ilk gösterimini Venedik Film Festivali’nde yapan Walesa, yılın en iyi politik filmlerinden. Andrzej Wajda, bu yıl festivalin Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alacak. Ödül, Walesa’nın gösteriminde filmin başrol oyuncusuna verilecek.

Exotica ve Ararat filmleriyle tanınan yönetmen Atom Egoyan’ın son filmi Devil’s Knot / Şeytan Düğümü Maria Leveritt’in gerçek olaylara dayanan aynı isimli romanından sinemaya uyarlandı. Yapımcılığını Paul Harris Boardman’ın yaptığı ve Reese Witherspoon, Kevin Durand, Stephen Moyer, Colin Firth, Elias Koteas ile Bruce Greenwood’un rol aldığı filmde 1993 yılında kaybolan üç çocuğun cesetlerinin ortaya çıkışıyla bu kapalı toplumun ve ailelerin nasıl tepki verdiği, suçsuz olduklarını iddia etmelerine rağmen satanistlik ve cinayetle suçlanan üç gencin sorgu ve dava süreçleri anlatılıyor. Atom Egoyan’ın Exocita çizgisine geri döndüğü filmi Şeytanın Düğümü.

Philippe Garrel’in yeni filmi Jealousy / Kıskançlık’ta başrol yine yönetmenin oğlu Louis Garrel’in. Ancak bu kez genç aktör, dedesinden esinlenilerek yazılmış bir karakteri canlandırmakta. Kadın erkek ilişkileri, Parisli bohemler, sanat dünyası ve siyah beyaz görüntülerle Garrel’in önceki filmlerine aşina olanların seveceği hikâye günümüzde geçiyor olsa da filmde iki kadın arasında kalan babasının hayatını gözleyen küçük kız çocuğu Philippe Garrel’den başkası değil! Filmin başrol oyuncu Anna Mouglalis de festivalin konukları arasında.

Terry Gilliam’ın son filmi The Zero Theorem / Sıfır Teorisi, yönetmenin 1985’te Brazil’le başlayıp 1995’te 12 Monkeys / 12 Maymun’la devam eden distopya üçlemesinin son filmi. Senaryosunu Pat Rushin’in yazdığı bu bilimkurguda, yaşamın anlamını ortaya çıkarmaya çalışırken üst düzeyde birilerinin ayağına basan yalnız bir hacker’ın hikâyesi anlatılıyor. Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan Sıfır Teorisi’nin oyuncu kadrosunda Christoph Waltz, Lucas Hedges, Ben Whishaw, Tilda Swinton, Mélanie Thierry ve David Thewlis gibi isimler bulunuyor. Belirsiz bir gelecekte geçen film, Gilliam’a özgü göz alıcı set tasarımları ve teknolojiyle paranoyayı buluşturan bir aksiyon. Bertrand Tavernier’nin San Sebastián Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü alan son filmi Quai d’Orsay / Dışişleri bürokrasiyle dalga geçen keyifli bir siyasi taşlama. 2001 yılında İstanbul Film Festivali’nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alan usta yönetmen Bertrand Tavernier’nin filminin oyuncu kadrosunda Julie Gayet, Jane Birkin, Thierry Lhermitte, Raphaël Personnaz ve Niels Arestrup yer alıyor. İlk gösterimi Toronto Film Festivali’nde yapılan filmin esin kaynağı, filmin senaristi, Abel Lanzac mahlasını kullanan Fransız dışişlerinde çalışan Antonin Baudry ve grafik sanatçısı Christophe Blain’in birlikte tasarladıkları aynı adlı çizgi roman. Bir ustanın diğer bir ustayla dostluğunu anlatması sinemada çok rastlanmıyor.

How Strange to be Named Federico, Scola Narrates Fellini / Ettore Scola Fellini’yi Anlatıyor ise tam da böyle bir film. Hem çok yakın dost hem de iki meslektaş olan Federico Fellini’yle Ettore Scola’nın dostlukları beyazperdeye yansıyor. Hem İtalyan hem dünya sinemasına benzersiz bir bakış. Festivalde 1970 yapımı kült filmi Baal de gösterilecek olan Volker Schlöndorff’un Berlinale’de özel bir galada gösterilen son filmi Diplomacy / Diplomasi, 2. Dünya Savaşında geçen ve gerçek bir olaya dayanan bir psikolojik gerilim. Filmin iki kahramanı, Müttefiklerin yaklaşmasıyla Paris’i yerle bir etme emri alan Nazi birliklerinin kumandanı Von Choltitz ve onu bu kararından vazgeçirmeye çalışan İsveç elçisi Nordling.

Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan ve başrolünü Charlotte Gainsbourg’un oynadığı, Lars von Trier’in tartışmalı son filmi Nymphomaniac / İtiraf, bir seks bağımlısı hakkında. Ancak pek çok eleştirmenin de yazdığı gibi, açık seks sahnelerine rağmen film aslında erotik değil. Bilakis, kasıtlı biçimde seksi olmayan bir film. Yarattığı tartışmalar daha ziyade insan doğası, sekse bakışımız ve tabii ki her filmiyle, yaptığı her açıklamayla gündem yaratan yönetmenin kendisi üzerine. Film 1. bölüm ve 2. bölüm olarak iki ayrı seansta gösterilecek.

Geceyarısı Çılgınlığı

Uyarıcı, sarsıcı, ürkütücü, kışkırtıcı filmleri uykuya tercih edenlerin dört gözle beklediği geleneksel “Geceyarısı Çılgınlığı” bölümü tv2 sponsorluğunda düzenlenecek. Festival boyunca cuma geceleri Beyoğlu, cumartesi geceleri ise Atlas sinemasında 24.00 seansında gösterilecek filmler izleyicilerin uykusunu kaçıracak. Yönetmenliğini ve senaryosunu Aharon Keshales ve Navot Papushado’nun yaptığı İsrail yapımı Big Bad Wolves / Büyük Kötü Kurtlar, oyuncu kadrosunda Lior Ashkenazi, Rotem Keinan, Tzahi Grad gibi isimleri bulunduruyor. Vahşi bir seri cinayetin failini yasadışı ve ahlak dışı yöntemlerle takip eden bir babayla bir polisi izleyen Büyük Kötü Kurtlar, Quentin Tarantino tarafından “Yılın en iyi filmi!” sözleriyle övüldü. Filmin yönetmeni ve yapımcısı da festivale konuk olarak katılacak.

Genelde kısa filmler çeken yönetmen Jennifer Kent’in ilk uzun metrajlı çalışması Babadook / Karabasan, 2014 Sundance Film Festivali’nde büyük ses getirdi. Polanski’nin klasik, evde geçen korku filmleri geleneğine uygun psikolojik bir gerilim olan filmde ana oğul olan Amelia ve Samuel’in hikâyesi anlatılıyor. Samuel rüyasında, sürekli ikisini de öldürmeye gelen bir canavar görmektedir. Evde bir gün, Babadook adında ürkütücü bir masal kitabı okurlar. O andan itibaren, Samuel, rüyasında gördüğü canavarın Babadook olduğuna inanmaya başlar. Ama, belki de, Babadook gerçekten vardır.

Anılarına

Festivalin “Anılarına” bölümünde yakın zamanda kaybettiğimiz sinema üstatlarının filmleri sinemaseverlerle buluşacak. Festival, Tuncel Kurtiz’i Zeki Ökten’in Sürü filmiyle anıyor. Sürü, bir aşiretin kırsaldan büyük kente geçişini ve giderek çöküşünü zengin ayrıntılarla veren, destansı bir film. Film, Yılmaz Güney’in senaryosundan Zülfü Livaneli’nin müzikleriyle çekilmiş. Programda ayrıcaTuncel Kurtiz’in oynadığı Otobüs filmi de “Bu İkiliye Dikkat” bölümü kapsamında gösterilecek. Bu usta oyuncuyu iki filmiyle festivalde anmış olacağız.

Ekim 2013’te kaybettiğimiz Patrice Chéreau’nun kariyerinin zirvelerinden sayılan ve 1994’te Cannes’da Jüri Ödülü kazanan La Reine Margot / Kraliçe Margot, Alexandre Dumas’nın aynı adlı romanından uyarlanmış. Film, 16. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da Katolikler ile Protestanlar arasındaki kanlı savaşa götürüyor izleyiciyi. 1962’de En İyi Film dahil yedi Oscar kazanan Lawrence of Arabia / Arabistanlı Lawrence, bir filmi sinemada izlemenin büyüleyici etkisi üzerine konuşurken akla gelen ilk örneklerden, David Lean’in epik başyapıtı. İngiliz subayı ve ajan T.E. Lawrence’ın I. Dünya Savaşı sırasında Arap ayaklanmasında üstlendiği rolü merkeze alan Arabistanlı Lawrence, tüm zamanların en iyi filmleri listelerinin de gediklilerindendir. Festival, aralık ayında kaybettiğimiz usta aktör Peter O’Toole’u kendisini yıldız yapan bu rolle anıyor. 

Hayatını kaybeden Bigas Luna’yı festival bütün dünyada büyük tartışma yaratan ve Penelope Cruz’a da yıldızlık yolunu açan Jamón, Jamón / Jambon Jambon filmiyle anıyor. Festivalde Macar yönetmen Miklos Jancso anısına The Red and The White / Kızıl ve Beyaz filmi gösterilecek.

Yakın zamanda kaybettiğimiz oyuncu ve yönetmen Harold Ramis’i de artık kültleşmiş Grundhog Day / Bugün Aslında Dündü filmiyle selamlayacağız. Ani ölümüyle sinema camiasını derin üzüntüye boğan Philip Seymour Hoffman’ı festival son yıllardaki en unutulmaz performanslarından biri olan Paul Thomas Anderson’ın The Master filmiyle anıyor.

Festival, Mart ayının başında aramızdan ayrılan Fransız yeni dalgasının usta ismi Alain Resnais’yi, Berlin’de eleştirmenler birliği FIPRESCI Ödülü ve Alfred Bauer Yeni Bakışlar Gümüş Ayı Ödülü kazanan son filmi Life of Riley / Riley’nin Hayatı ile saygıyla selamlıyor. Film, yönetmenin İngiliz oyun yazarı Alan Ayckbourn’dan üçüncü uyarlaması (ilk ikisi 1993 yapımı Smoking/No Smoking / Sigara İçince/Sigara İçmeyince ikincisi ise 2006 yapımı Private Fears In Public Places / Kalpler). Film, çok sıkı bir arkadaş grubunun, aralarından birinin sadece birkaç ay ömrü kaldığını öğrenmeleriyle tepkilerini anlatıyor.

FESTİVAL BİLETLERİ 22 MART CUMARTESİ GÜNÜ SATIŞA ÇIKIYOR

33. İstanbul Film Festivali biletleri 22 Mart Cumartesi günü 10.00’dan itibaren - Biletix satış noktaları, - Biletix çağrı merkezi (0216 556 98 00), - Biletix web sitesi (www.biletix.com) ve - Atlas ve Rexx sinemalarında açılacak ana gişelerden alınabilecek. 33. İstanbul Film Festivali’nde bilet fiyatları tam 16 TL, öğrenci ile 65 yaş ve üstü sinemaseverler için ise 21.30 seansları ve Akbank Galaları’nın ilk gösterimleri haricinde 11 TL olacak. Akbank Galaları bölümündeki filmlerin Atlas Sineması’nda yapılacak olan ilk gösterimlerinin bilet fiyatları 20 TL olacak. Hafta içi gündüz seanslarındaki indirimli bilet uygulaması bu yıl da devam edecek. İstanbul Modern ve Pera müzelerinin salonlarındaki gösterimlerin tümü, diğer salonlardaki gösterimlerin ise hafta içi 11.00, 13.30 ve 16.00 seansları yalnızca 6 TL olacak. Seanslar geçen yıllarda olduğu gibi 11.00, 13.30, 16.00, 19.00 ve 21.30. Festivalin büyük ilgi gören “Geceyarısı Çılgınlığı” bölümü bu yıl da devam ediyor. Festival süresince her cuma ve cumartesi gecesi 24.00 seansında bir film izleyicilere sunulacak.

Festivaldeki filmlerin bilgileri, festivalin çizelgesi, etkinlikleri ve tüm detaylarını içeren festival kitapçığı 15 Mart Cumartesi gününden itibaren festival sinemalarından 5 TL üzerinden temin edilebilecek. Festival programına festivalin resmî web sitesi film.iksv.org’un yanı sıra İKSV Mobil’den de ulaşılabilecek. İKSV Mobil uygulaması AppStore ve Google Play Store’dan ücretsiz olarak indirilebilecek. Festivalle ilgili gelişmeler, festivalde yarışacak filmlerin yönetmenleriyle röportajlar ve daha pek çok güncel bilginin Mart ve Nisan ayları boyunca festivalin Facebook ve Twitter sayfalarına ek olarak festival blogundan da takip edilebilecek. 

İstanbul Film Festivali’ni sosyal medyada takip etmek için:
facebook.com/istanbulfilmfestivali 
twitter.com/istfilmfest, #istfilmfest14
Viewing all 126 articles
Browse latest View live