"Kalbinizde bir şeyin eksik olduğunu nasıl anlarsınız?"
La vie d'adele (Adele'in Hayatı) ya da İngilizce pazarlama adıyla Blue is the Warmest Color, Cannes'da ödül aldığından beri konuşulan ve ardı arkası kesilmeyen polemikleriyle gündemde kalmaya devam eden bir film haline geldi. Başrol oyuncuları Lea Seydoux ve Adèle Exarchopoulos, bundan sonra yönetmenle çalışmayacaklarını, Keciche'in kendilerini çok zorladığını ve zor şartlarda çalıştırıldıklarını açıkladılar (oysa Cannes'da kameralara poz verip film ödül aldığında hallerinden memnun görünüyorlardı). Seks sahneleri yer yer soft-porn'a varan bir grafiklikte olduğu için hak vermek de lazım oyunculara, ancak Keciche bu denli Trier-vari bir method izlememiş olsa karşımıza bu kadar büyüleyici oyuncuklar da çıkmazdı şüphesiz.
Adelé, hepimiz gibi veya hepimizin bir zamanlar olduğu gibi sıradan bir genç; ve hayatın günlük koşuşturmacasına ve monotonluğuna kapılıp giden milyarlarca insandan biri. Okuluna giderken geç kalıp otobüsün peşinden koşan da biziz aslında, arkadaşlarıyla geyik yapıp eve geldiğinde kendini yorgun argın yatağın üstüne bırakan da.. akşam hep beraber yemek yediği ailesi de bizim ailemiz. Açlıktan kıvranmıyorlar şüphesiz, ancak pahalı oyuncaklarla kendilerini şımartacak kadar da zengin olmadıkları her hallerinden belli. Pek yabancı olmadığımız orta sınıf karşımızdaki. Ne çok mutlu, ne çok mutsuz. İyiden hallice işte.
Adele'i adamakıllı ilk gördüğümüz sahnede öğretmeni 'La Vie de Marianne'den bölümler okutup öğrencilerine soruyor: "kalbinizde bir şeyin eksik olduğunu nasıl anlarsınız?"Sorunun üstündençok zaman geçmeden Adelé bir sevgili ediniyor kendine: Thomas. Okulda tüm kızların beğendiği yakışıklılardan. Sıcakkanlı, sevecen ve Adele'den gerçekten hoşlanıyor. Sınıfta cevabını vermediği soruya bir karşılık bulabileceğini düşünüyor belki de bu genç adamda. Olmuyor. O bahsedilen "eksiklik"i bulamıyor. Derken hayat Emma'yı çıkarıyor karşısına. Üstelik hayatın doğal akışı içinde, romantikleştirmeye, sevimlileştirmeye çalışmadan, abartmadan yapıyor bunu Keciche. Hani herhangi birimizin başına gelebilirmiş gibi. Emma'da o eksik olduğunu düşündüğü şeyi buluyor. Öyle olduğuna inanıyor en azından.
Burada biraz spoiler olabilecek ama bahsetmeden de geçmek istemediğim bir nokta var: ilişkileri ilerlediğinde ve aynı evde yaşamaya başladıklarında Adelé ile Emma'nın arasının eskisi kadar iyi olmadığı Emma'nın verdiği partiye gelen entellektüel kesimle olan muhabbetler sırasında ortaya çıkıyor. Sanat tarihi mezunu Emma, kendi çevresinden olanlarla takılırken Adelé'in o ortamda kendini yalnız hissettiği çok açık. Bu yüzden partide tanıştığı ve Hollywood filmlerinde figüranlık yapan çocukla hemen muhabbet kurmayı başarabiliyor. Kendi denginde birini bulabildiği için o an mutlu bile oluyor. Bu noktada filmin başlarındaki bir sahneye döndüm ister istemez. Adelé ile Thomas ilk 'date'lerine çıktıklarında aralarında bir kitap muhabbeti dönüyor. Adelé sürekli kitap okuyan bir tip. Belki çok entellektüel değil ancak kitap okumayı üstüne kafa yormayı seviyor. Amerikan filmlerini seviyor. Yazı yazıyor. Günlüğüne yazıyor ama olsun. Emma'nın dediklerinden anladığımız kadarıyla iyi de yazıyor. Thomas ise neredeyse hiç kitap okumamış. Adelé'in bulmayı umduğu kültürel birikime sahip değil. Cinsel yönelimini bir kenara koyarsak, belki de Thomas'tan uzaklaşmasının bir sebebi de bu. Tıpkı Emma'nın Adelé'den uzaklaşıp benzer birikime sahip olduğunu bildiği bir başkasına yönelmesi gibi.
Filmin neredeyse tamamı close-up sahnelerden (kamera oyuncunun ağzına giriyor) oluşuyor. Normalde bundan şikayetçi olmam ancak en ön 2. sıradan yer bulabildiğim ve de film 3 saat uzunluğunda olduğu için bir süre sonra bende baş ağrısı yaptı. Belki bu anlamda salonda arkalardan izlemekte veya ev sineması keyfi yapmakta fayda var. Yönetmenin Adelé'in hayatına en yakından dahil olabilmek adına izlediği bu yol riskli olmasına rağmen çok güzel işliyor. Bunda başrol oyuncusu Adèle Exarchopoulos'un duru güzelliğinin etkisi çok büyük. Her sahnede o var, her sahne onun. Becereksizce toplanmış gibi duran, dağınık saçlarında bile bir ahenk var. Uzun zamandır sanki hiç çaba göstermiyormuş gibi oynayan (hatta oynamayan) bir aktrist izlememiştim. Aslında Lea Seydoux hayranı olmama rağmen gözlerim onu görmedi bile. Hakkını yemeyelim o da Adelé karşısında hiç altta kalmıyor. Yine de bende daha teknik, daha oynanmış bir performans hissiyatı bıraktı.
Sadece seks sahnelerinin şeffaflığından (ki ben açıkçası mahreme bu kadar yakından bir bakış atan queer film örneği hatırlamıyorum) dolayı değil anlatımın duruluğu ve içtenliği açısından da Blue is the Warmest Color, eşcinsel sineması için devrim niteliğinde bir film. Böylesine bir samimiyeti en son 2011 yapımı Weekend'ten almıştım. Keşke kızlar (özellikle de Lea Seydoux) bir yandan böyle açıklamalar yapıp bir yandan da kameralara mutluluk pozları verme ikiyüzlülüğüne düşmeden gururla yaptıkları işi de savunabilselerdi. Keciche'in zor bir yönetmen olduğu ortada, ancak tüm bu açıklamalar filmin güzelliğine gölge düşürdüğü gibi yönetmeni de fantazilerini gerçekleştirmek için kızları kullanmış bir sapık pozisyonuna düşürüyor. Kesintisiz 15 dakikalık sahnenin hepimize uzun ve sıkıntı verici geldiğini kabul ediyorum ama film sanki bundan ibaretmiş gibi davranmak da hoş olmuyor. Ben jüri olsam Cannes'da en iyi film ödülünü verir miydim emin değilim ama belli belirsiz bir umutla bizleri salondan uğurlayan Blue is the Warmest Color'ın, aldığı tüm övgüleri hak ettiğini de söylemek boynumun borcu.
La vie d'adele (Adele'in Hayatı) ya da İngilizce pazarlama adıyla Blue is the Warmest Color, Cannes'da ödül aldığından beri konuşulan ve ardı arkası kesilmeyen polemikleriyle gündemde kalmaya devam eden bir film haline geldi. Başrol oyuncuları Lea Seydoux ve Adèle Exarchopoulos, bundan sonra yönetmenle çalışmayacaklarını, Keciche'in kendilerini çok zorladığını ve zor şartlarda çalıştırıldıklarını açıkladılar (oysa Cannes'da kameralara poz verip film ödül aldığında hallerinden memnun görünüyorlardı). Seks sahneleri yer yer soft-porn'a varan bir grafiklikte olduğu için hak vermek de lazım oyunculara, ancak Keciche bu denli Trier-vari bir method izlememiş olsa karşımıza bu kadar büyüleyici oyuncuklar da çıkmazdı şüphesiz.
Adelé, hepimiz gibi veya hepimizin bir zamanlar olduğu gibi sıradan bir genç; ve hayatın günlük koşuşturmacasına ve monotonluğuna kapılıp giden milyarlarca insandan biri. Okuluna giderken geç kalıp otobüsün peşinden koşan da biziz aslında, arkadaşlarıyla geyik yapıp eve geldiğinde kendini yorgun argın yatağın üstüne bırakan da.. akşam hep beraber yemek yediği ailesi de bizim ailemiz. Açlıktan kıvranmıyorlar şüphesiz, ancak pahalı oyuncaklarla kendilerini şımartacak kadar da zengin olmadıkları her hallerinden belli. Pek yabancı olmadığımız orta sınıf karşımızdaki. Ne çok mutlu, ne çok mutsuz. İyiden hallice işte.
Adele'i adamakıllı ilk gördüğümüz sahnede öğretmeni 'La Vie de Marianne'den bölümler okutup öğrencilerine soruyor: "kalbinizde bir şeyin eksik olduğunu nasıl anlarsınız?"Sorunun üstündençok zaman geçmeden Adelé bir sevgili ediniyor kendine: Thomas. Okulda tüm kızların beğendiği yakışıklılardan. Sıcakkanlı, sevecen ve Adele'den gerçekten hoşlanıyor. Sınıfta cevabını vermediği soruya bir karşılık bulabileceğini düşünüyor belki de bu genç adamda. Olmuyor. O bahsedilen "eksiklik"i bulamıyor. Derken hayat Emma'yı çıkarıyor karşısına. Üstelik hayatın doğal akışı içinde, romantikleştirmeye, sevimlileştirmeye çalışmadan, abartmadan yapıyor bunu Keciche. Hani herhangi birimizin başına gelebilirmiş gibi. Emma'da o eksik olduğunu düşündüğü şeyi buluyor. Öyle olduğuna inanıyor en azından.
Burada biraz spoiler olabilecek ama bahsetmeden de geçmek istemediğim bir nokta var: ilişkileri ilerlediğinde ve aynı evde yaşamaya başladıklarında Adelé ile Emma'nın arasının eskisi kadar iyi olmadığı Emma'nın verdiği partiye gelen entellektüel kesimle olan muhabbetler sırasında ortaya çıkıyor. Sanat tarihi mezunu Emma, kendi çevresinden olanlarla takılırken Adelé'in o ortamda kendini yalnız hissettiği çok açık. Bu yüzden partide tanıştığı ve Hollywood filmlerinde figüranlık yapan çocukla hemen muhabbet kurmayı başarabiliyor. Kendi denginde birini bulabildiği için o an mutlu bile oluyor. Bu noktada filmin başlarındaki bir sahneye döndüm ister istemez. Adelé ile Thomas ilk 'date'lerine çıktıklarında aralarında bir kitap muhabbeti dönüyor. Adelé sürekli kitap okuyan bir tip. Belki çok entellektüel değil ancak kitap okumayı üstüne kafa yormayı seviyor. Amerikan filmlerini seviyor. Yazı yazıyor. Günlüğüne yazıyor ama olsun. Emma'nın dediklerinden anladığımız kadarıyla iyi de yazıyor. Thomas ise neredeyse hiç kitap okumamış. Adelé'in bulmayı umduğu kültürel birikime sahip değil. Cinsel yönelimini bir kenara koyarsak, belki de Thomas'tan uzaklaşmasının bir sebebi de bu. Tıpkı Emma'nın Adelé'den uzaklaşıp benzer birikime sahip olduğunu bildiği bir başkasına yönelmesi gibi.
Filmin neredeyse tamamı close-up sahnelerden (kamera oyuncunun ağzına giriyor) oluşuyor. Normalde bundan şikayetçi olmam ancak en ön 2. sıradan yer bulabildiğim ve de film 3 saat uzunluğunda olduğu için bir süre sonra bende baş ağrısı yaptı. Belki bu anlamda salonda arkalardan izlemekte veya ev sineması keyfi yapmakta fayda var. Yönetmenin Adelé'in hayatına en yakından dahil olabilmek adına izlediği bu yol riskli olmasına rağmen çok güzel işliyor. Bunda başrol oyuncusu Adèle Exarchopoulos'un duru güzelliğinin etkisi çok büyük. Her sahnede o var, her sahne onun. Becereksizce toplanmış gibi duran, dağınık saçlarında bile bir ahenk var. Uzun zamandır sanki hiç çaba göstermiyormuş gibi oynayan (hatta oynamayan) bir aktrist izlememiştim. Aslında Lea Seydoux hayranı olmama rağmen gözlerim onu görmedi bile. Hakkını yemeyelim o da Adelé karşısında hiç altta kalmıyor. Yine de bende daha teknik, daha oynanmış bir performans hissiyatı bıraktı.
Sadece seks sahnelerinin şeffaflığından (ki ben açıkçası mahreme bu kadar yakından bir bakış atan queer film örneği hatırlamıyorum) dolayı değil anlatımın duruluğu ve içtenliği açısından da Blue is the Warmest Color, eşcinsel sineması için devrim niteliğinde bir film. Böylesine bir samimiyeti en son 2011 yapımı Weekend'ten almıştım. Keşke kızlar (özellikle de Lea Seydoux) bir yandan böyle açıklamalar yapıp bir yandan da kameralara mutluluk pozları verme ikiyüzlülüğüne düşmeden gururla yaptıkları işi de savunabilselerdi. Keciche'in zor bir yönetmen olduğu ortada, ancak tüm bu açıklamalar filmin güzelliğine gölge düşürdüğü gibi yönetmeni de fantazilerini gerçekleştirmek için kızları kullanmış bir sapık pozisyonuna düşürüyor. Kesintisiz 15 dakikalık sahnenin hepimize uzun ve sıkıntı verici geldiğini kabul ediyorum ama film sanki bundan ibaretmiş gibi davranmak da hoş olmuyor. Ben jüri olsam Cannes'da en iyi film ödülünü verir miydim emin değilim ama belli belirsiz bir umutla bizleri salondan uğurlayan Blue is the Warmest Color'ın, aldığı tüm övgüleri hak ettiğini de söylemek boynumun borcu.